Bismillahirrahmanirrahim |
|
1. Bu
surenin giriş bölümünde de ifade edildiği gibi bu kısım, Hz. Ebu Bekir'in
hacıların başında Hacc Emiri olarak Mekke'ye gitmek üzere ayrıldığı zaman Hicri
9. senede nazil oldu. Bundan dolayı, Ashab Hz. Peygamber'e (s.a) "Ya
Rasulullah! Hacc vesilesiyle halka ilan etmesi için onu Hz. Ebu Bekir'e
gönder" dediler. O, "Tebliğin önemi ve doğası gereği bunun, benim
adıma, benim ailemden biri tarafından ilan edilmesi gerekiyor" diye cevap
verdi. Bundan dolayı bu görevi Hz. Ali'ye havale etti ve onu hacıların önünde
açıkça okuyup açıklaması ve ayrıca da şu dört hususu da ilan etmesi hususunda
ona talimat verdi:
1)
İslam'ı reddeden hiçbir kimse Cennet'e giremeyecek,
2)
Bundan sonra hiçbir müşrik hacc (Kabe'yi tavaf) edemez,
3)
Kabe'nin etrafında çıplak bir durumda dolaşarak tavaf yapmak yasaktır,
4) Halen
yürürlükte olan anlaşmaların şartlarına (yani o ana kadar, Rasulullah ile
yapmış oldukları anlaşmalarını bozmayanlarla olan anlaşmalar) akit sürelerinin
bitimine kadar, sadakatle uyulacaktır.
Bu konuda, Mekke fethinden
sonra, eski adetlere göre İslami dönemde ilk haccın Hicri 8. yılda yapıldığını
bilmek faydalı olur. Daha sonra, müslümanların İslami usulle, müşriklerin de
kendi adetlerine göre yaptıkları ikinci hacc'da Hicri 9. yılda yapıldı. Ancak,
"Veda Haccı" olarak bilinen üçüncü hac, bizzat Hz. Peygamber'in (s.a)
rehberliğinde, sadece İslam usulüyle Hicri 10.yılda icra edildi. O zamana kadar
henüz müşriklere yasaklanmamış ve hacc ibadetine bulaşmış olan bir takım şirk
izleri hala varlığını sürdürdüğü için bundan önceki iki yıl süresince Hazreti
Peygamber (s.a) hacc ibadetini yapmadı.
2. Müşriklerle yapılmış
anlaşmaların ilgası hususunda açıklanan bu berat (deklarasyon), Enfal suresinin
58. ayetinde hain kimseler hakkında zikredilen şer'i yasaya göre yapıldı; çünkü
İslam açısından, anlaşmanın sona erdiği açıkça ilan edilmeksizin, aralarında
bir barış anlaşması yapılmış olan insanlara savaş açmak ihanettir. Yapmış oldukları
barış anlaşmalarına rağmen, İslam'ın aleyhine sürekli komplolar düzenlemekte
olan bu müşrik ve benzerlerine karşı, anlaşmaların ilgası konusunda bir
deklarasyon yayınlanma gereği bundandır. Onlar ele geçirdikleri ilk fırsatta
anlaşmaları bozacak ve düşman olacaklardı. Beni Kinane, Beni Demre ve daha bir
iki kabile dışında diğer müşrik kabileler için de aynı şey söz konusu idi.
Bu berat (deklarasyon)
ülkenin büyük bir kısmının İslam hakimiyeti altına girmiş olması ve kendileri
için sığınacakları hiçbir barınağın kalmamış olması nedeniyle, Arap yarımadası
müşriklerini fiilen kanundışı bir duruma düşürdü. Bu iş, müslümanları, onlarla
yapmış oldukları anlaşmaların yükümlülüklerinden azade kıldığı ve onları bu
hususta, iddia makamına geçirdiği için müşrikler dar bir köşeye sıkıştırılmış
oldu. Çünkü bu, Roma ve İran'dan gelecek bir tehdit anında veya Hz.
Peygamber'in (s.a) vefatından sonra iç savaş teşvik ve tahrikiyle tehlike
yaratma hususundaki bütün şeytani planlarını alt- üst etti. Ancak Allah ve
Rasulu, beklemekte oldukları fırsat anı öncesinde onlara misli ile mukabelede
bulundular. Şimdi onlarla ilgili geriye sadece şu alternatifler kalıyordu; ya
İslam'ı
Bu büyük planın hikmeti,
bundan bir buçuk yıl sonra vukubulan Hz. Peygamber'in (s.a) vefatını takiben,
Arabistan'ın çeşitli yerlerinde 'irtidat' (dinden dönme) fitnesinin patlak
verdiği zaman ortaya çıktı. Bu kargaşa o kadar ani ve şiddetli meydana geldi
ki,
3. Hicri 9'un Zilhicce
ayının 10. gününden (ültimatomun verildiği tarih) Hicri 10'un Rebiussani ayının
10. gününe kadar olan zaman, müşriklere mühlet olarak garanti edildi. Bu zaman
zarfında onlar, savaşa hazırlanmak veya ülkeyi terk edip göç etmek yada İslam'ı
4. "Hacc-ı
Ekber" terimi burada "Yevm'un-Nahr" olarak da bilinen
Zilhicce'nin onuna delalet eder. Bunun böyle olduğu bir sahih hadiste izah
edilmiştir. Son hacc sırasında Zilhicce'nin onunda Hz. Peygamber (s.a)
ashabına, "Bugün günlerden nedir?" diye sordu. Ashab, "Kurban
günüdür" şeklinde cevap verdiler.
Hz. Peygamber (s.a)
"Bugün Hacc-ı Ekber günüdür" dedi. Burada Hacc-ı Ekber (büyük Hacc)
tabiri, Arapların "umre" için kullandıkları "Hacc-ı Asgar'ın
(küçük Hacc) mükabili olarak kullanılmıştır. Bundan dolayı, Zihicce'nin belli
günlerinde yapılan hacc, "Hacc-ı Ekber" diye isimlendirilir.
5. "....Ancak
andlaşma yaptığınız (müşrik) kimselerden (şartlara tam riayet
6. Burada ""
tabiri ile "hacc" veya "umre" ibadetlerinin yapılabilmesi
için savaşın yasaklandığı dört ay değil, aksine ikinci ayetle müşrikler için
mühlet olarak garanti altına alınan ve müslümanlar için müşriklere herhangi bir
hücumun yasaklandığı dört ay kastedilmektedir.
7. Yani, "Sadece
küfür ve şirkten dönüp tevbe etmekle mesele bitmez, dahası, onlar namaz kılmak
ve farz olan zekatı vermek mecburiyetindedirler. Bunlar yapılmaksızın onlar,
küfrü bırakmış ve İslam'ı
Fakat Hz. Ebu Bekir,
"Beşinci ayeti kerime bize, "şirkten tövbe edip dönmek,
"namaz" kılmak ve "zekat"ı ödemek şartlarını yerine
getirenlerin yollarını serbest bırakmamızı emreder, onlar bu üç rükünden birini
yerine getirmediklerinden dolayı onlara taviz vermeyiz" diyerek Ashab'ın
tereddütlerini giderdi.
8. Yani, "Savaş
sırasında,
9. Bunlar, Beni Kinane,
Beni Huzaa ve Beni Demre kabileleridir.
10. Yani, "Her ne
kadar görünüşte onlar barış andlaşmaları için görüşmelerde bulunduysalar da,
aslında, kalplerinde kötü niyetler beslediler ve onları ihlal etmek için fırsat
kolladılar. Ve bunun böyle olduğu daha sonraki tecrübelerle ortaya çıktı."
11. Hiçbir ahlaki
sorumluluk duygu ve düşüncesi taşımayıp, ihlal etmekten çekinecekleri ahlaki
kayıtlar tanımadıklarından dolayı onlar, fasıkların ta kendileridir.
12. Yani, "Onlar,
İlahi Hidayet ile dünyevi emel ve ihtiraslardan birini tercih etme durumunda
kaldıkları; ikincisi, yani dünya ihtiraslarını seçtikleri zaman. Çünkü onlar,
ikisini mukayese edip hangisinin değerli olduğunu kavramadılar. Halbuki,
Allah'tan gelen vahiyler, ayetler onları kendilerini ebedi mutluluğu götüren
hayır, iyilik, doğruluk ve ilahi kanuna uymaya davet etmekteydi. Onlar ise,
kendilerine bazı dünyevi menfaatler sağlayan, fakat neticede onları ebedi
hüsrana sevkeden nefsin başıboş, doymak bilmeyen zevklerinin peşine düşmeyi
tercih ettiler."
13. Bu fasık kimseler
sadece kendileri için dalaleti seçmekle kalmayıp aynı zamanda, başkalarını
doğru yolu takipten alıkoymakla başkalarına karşı Hakk'ın yolunu kapadılar.
Doğruluğa davet yolunda her türlü engellemeyi yaptılar. Hatta onlar, bu daveti
yaymakta olanların ağzını tıkamak ve susturmak için ellerinden geleni
yapıyorlar ve hayatlarını yaşanmaz hale getiriyorlardı. Sözün kısası bu fasık
kimseler, Allah'ın, insanlardan yerleştirmelerini istediği adalet temelli hayat
tarzının yerleştirilmesine engel olmak üzere yapabildikleri herşeyi yapmaya
çabaladılar.
14. Burada da, namaz ve
zekat farzlarını yerine getirmeyen kimselerin sadece tövbe etmekle imanda
müslümanların kardeşi sayılmayacağı, böyle bir vasıf kazanamayacağı açıkça
ifade edilmiştir.
"Fakat
14/a. "... Onlarla
savaşmalısınız..." belki savaş korkusu onları, yeminlerini bozmaktan ve
İslam'a dil uzatmaktan vazgeçirir.
15. Metinde geçen
"yeminler" ve "ahid" kelimeleri, İslamı
16. Bu bölümde, muhatap
müslümanlardır. Müslümanlar başkalarıyla olan
Birincisi, müşrik kabilelere
yapılan bütün anlaşmaların bir defada ve aynı zamanda ilgası, onların hac
yapmalarına mani olunarak, Kabe'nin sidanet ve siyanetinin (Kabe'ye bakım ve
hizmet) değiştirilmesi ve "cahiliye" devrinden kalan bütün dini
merasimlerin iptal edilmesinin, müşrik ve münafıkların menfaat ve haksız
yetkilerini yeniden teminat altına almak ve korumak uğruna, kanlarının son
damlasına kadar akıtacak denli tahrik etmiş ve düşmanlık duygularını
alevlendirmiş olacağından korkuldu.
İkinci olarak korkulan
husus şuydu: Hac ibadetini yerine getirme konusunda müslümanlara hareket
serbestisi tanınan bu beyan ile büyük bir ihtimalle müşrikler
öfkelendirildi. Zira aynı tebliğ ile Hac gayr-ı müslimlere yasak ediliyordu.
Ayrıca hac, o dönemde Arabistan'ın ekonomik hayatında, çok önemli bir rol
oynamakta olması nedeniyle, bunun, onların iktisadi durumlarını ters yönde
etkileyeceği açıktı.
Son olarak bunun Hudeybiye
Andlaşması ve Mekke'nin fethinden sonra, henüz İslam'ı yeni
Bu beklenen tehlikenin
hiçbirinin fiili bir şekle dönüşmediği doğru olsa da, andlaşmaların ilgası
anında olayların akışını önceden hiç kimse bilemeyeceği için, yine de bu
endişeleri haklı çıkaracak uygun sebepler vardı. Fakat sözkonusu tehlikeler
engellendi, çünkü gelen emirler, müslümanları bu tehlikelere karşı önceden
hazırlamıştı. Ayrıca, bu hazırlık daha başka güzel neticeleri de ortaya
çıkardı. Geriye kalan "müşrik"lerin reis ve idarecileri İslam devlet
merkezi Medine'yi ziyaret etmeye, İslami bağlılıklarını belirtmeye ve
kendilerine eski konum ve yetkilerini iade
17. Bu, ültimatomun
ilanından sonra, fiilen meydana gelecek hadiseye çok ince bir işaretti.
"Ve Allah yüreklerinin öfkesini (gayzını) gidersin. O dilediğinin
tövbesini
18. Onaltıncı ayette geçen
hitaplar, İslam'ı henüz yeni
19. Bu, sadece Allah'a
ibadet için yapılmış olan ibadet yerlerinin korunup kollanması konusunda genel
prensibi ortaya koyar. Zatı, hakları ve yetkileri hususunda başkalarını Allah'a
ortak ittihaz
20. "... Onların
bütün yaptıkları işler heder olup gitmiştir..." yani,
"Beytullah"a yönelik yaptıkları -biraz samimiyet taşıyan- hizmetleri
de, içine "şirk" ve bazı "cahiliye" uygulamalarını
karıştırıp bulaştırmaları sebebiyle "... onların yaptıkları işler heder
olup gitmiştir..." Biraz hayır ve samimiyet taşıyan hizmetlerini, daha
büyük kötülükler işlemek suretiyle silip yok etmişlerdir.
21. Bu soru, mukaddes bir
yerin koruyuculuğu, bakımı veya gösterişten ibaret dindarlıklarının nişanesi
olmak üzere materyalist kimselerin yerleştirmek ve idare etmek suretiyle
istismar ettikleri diğer dini yayın, ayin ve törenleri Allah indinde hiçbir
değer taşımadıkları gerçeğini ispat etmek için ortaya konmuştur. Çünkü kişinin
Allah yanındaki gerçek değerinin, inançlarındaki samimiyet ve Allah yolunda
yapacağı fedakarlıklarla doğru orantılı olduğu, yoksa o kimsenin bu gibi
ayrıcalıklardan hoşlanıp hoşlanmamasının ya da dinen muhterem şeyh, hoca, müftü
vs. gibi kimselerin soyundan gelip gelmemesinin bu konuda bir mana ifade
etmediği bir gerçektir. Aksine, inancında samimiyet ve Allah yolunda
fedakarlıklardan yoksun olan kimselerin Allah yanında hiçbir değerleri yoktur.
Nitekim bu gibi insanların, dinen ulu kişilerin soyundan gelmeleri, uzun bir
meşayih ve ulema silsilesiyle mukaddes yerlerin koruyuculuğunu tevarüs
etmeleri, özel gün ve yıldönümleri vesilesiyle, sırf gösteriş ve merasim olsun
diye bazı dini ayin ve hareketlerde bulunmalarının Allah yanında hiçbir mana ve
değeri yoktur. Ve, sırf atalarından gelen haklar olarak kendilerine miras
kalmış diye, mukaddes yer ve kurumların, böyle değersiz (Allah yanında değeri
olmayan) insanların eline terkedilmiş olması hiçbir şekilde caiz değildir.
22. Yani, "Hüküm
(emri) onları gerçek imanın nimetlerinden, onun meydana getireceği itidale
sahip olaraktan ve dünyalarını onun hidayet aydınlığına doğru sevketmelerinden
mahrum eder ve (bütün bunları) diğer kimselere (Allah'ın istediği gibi hareket
edenlere) bağışlar."
23. "Savaştan niçin
korkuyorsunuz? Bundan önce birçok defa olduğu gibi, daha kötü ve daha tehlikeli
durumlarda size yardım
Huneyn savaşı, surenin bu
bölümünün nüzulunden bir veya birbuçuk yıl önce Hicretin 8. yılının Şevvalinde,
Mekke ile Taif arasında ve Mekke'ye on küsur mil mesafede yer alan Huneyn
vadisinde meydana gelmiştir. Bu savaş 12 bin tevhid savaşçısının katılmasıyla o
güne kadar ulaşabildiği en büyük sayısal güce varan İslam ordusunun ilk savaşı
idi. Fakat bu sayıya rağmen, Havazin kabilesine mensup okçular, pusuya
yattıkları yerden çıkıp İslam ordusunu ok yağmuruna tuttu ve öncü kuvvetlerini
dağıttı. İslam ordusunun bu ön hattı geri çekilmeye mecbur oldu. Bu ricat
gerideki hatlara da sirayet ederek umumi bir panik halini aldı. Buna rağmen Hz.
Peygamber (s.a) ve cesur bir kaç ashabı, bütün metanetleriyle yerlerinde durdu
ve panik halindeki orduyu toparlamaya çalıştı ve neticede bu gazayı da zaferle
noktaladılar. Hz. Peygamber (s.a) ve çevresinde kalan bir avuç kahraman
mücahidin azimleri ve orduyu tekrar toplama hususunda gösterdikleri ısrar ve
sebatları sayesinde müslümanlar kesin bir zafer kazandılar. Aksi durumda, güçlü
ve büyük ordularına rağmen müslümanlar, Mekke'nin fethiyle kazandıklarından
daha çoğunu Huneyn'de kaybetmiş olacaklardı.
24. Ayette geçen
"...Allah dilediğine tövbe etmeyi nasip eder (Allah bunun ardından yine
dilediğinin tövbesini
25. Bu yasaklama,
"şirk" ve "cahiliye"den kaynaklanan bütün izleri, kökünden
tümüyle söküp atmak demekti. Zira, "müşrikler"e yalnız hacc'ı
yapmaları ve Mescid-i Haram'a girip çıkmaları değil, aynı zamanda onlara kutsal
sınırlar içindeki sahalara da girmeleri yasaklandı.
Bizzat bedenleri
itibariyle, maddi varlıkları bakımından değil, inançları ahlaki anlayış ve
davranışları, amelleri ve "cahiliye" yollarında olmaları yönünüden
"necis" (pis) diler. Müşriklerin, mübarek yerin kutsal sınırları içinde
kalan sahalarına girmelerinin yasaklanmış olması bu sebepten dolayıdır.
Bu yasaklama çeşitli
şekillerde yorumlanmıştır. İmam Ebu Hanife bu emrin, müşriklere, sadece
"hac" ve "umre" yapmalarını ve mübarek yerde
"cahiliye" ayinleri icra etmelerini yasakladığı görüşündedir. Fakat
İmam Şafii, her ne suretle olursa olsun, herhangi bir maksat için bu kimselerin
Mescid-i Haram'a girişlerinin yasaklanmış olduğunu beyan eder. İmam Malik ise,
bunların, yalnız Mescid-i Haram'a değil, aynı zamanda herhangi bir camiye
girmelerinin bile yasak olduğu görüşündedir. Mamafih bu son görüşün isabetli
olmadığı açıktır. Çünkü Hazreti Peygamber'in (s.a) bizzat kendisi,
"müşriklerin" Medine'deki Mescid-i Nebevi'ye girmelerine müsade
etmiştir.
26. Ehli Kitaptan Allah'a
ve Ahiret Günü'ne inandıklarını iddia edenler, aslında onların hiçbirine
inanmadılar. Çünkü Allah'ı yegane tek Tanrı ve bir Rab olarak tanıyan,
27. Onlara karşı cihad
ilan edilmesinin ikinci nedeni, Allah'ın Rasulü vasıtasıyla gönderdiği şeriatı
28. Yahudi ve
Hıristiyanlarla yapılan cihadın hedefi budur. Onları müslüman olmaya zorlamak
ve İslami hayat tarzını benimsetmek değildir.
Yeryüzünde idarecilikleri
ve hakimiyetleri kalmayacak şekilde bağımsızlıklarına ve büyüklüklerine son
vermek için onlar "cizye" vermeye zorlanmalıdır. Bu hakimiyeti
sağlayan güçler, müslüman olmayan unsurların elinden, onları teb'a haline
getirmek ve cizye almak suretiyle Hak Yol istikametince sevk ve idare etmek
üzere geri alınmalıdır. "Cizye", bir İslam devletinde zımmi olarak
yaşayan gayrı müslimler tarafından ödenir. Aynı zamanda bu, teb'a olarak İslam
devletinde yaşamak niyetinde olduklarının da sembolik bir ifadesidir. Bu,
"...küçülüp boyun eğerek cizye verecekleri zamana kadar..." ayetinin
anlamıdır, yani ifade, "Allah'ın yeryüzündeki halifeleri olarak vazife
gören, müminlere, kendi arzularıyla teb'a olmak için tam bir rıza
göstererek..." şeklinde bir anlama gelmektedir.
Bu emir önceleri, sadece
Yahudi ve Hıristiyanlara mahsustu. Hz. Peygamber (s.a) daha sonra onu,
Mecusilere de teşmil etti. O'nun vefatından sonra ashabı bu kuralı Arabistan'ın
dışında yaşayan bütün gayrı müslimlere ittifakla uyguladı.
Bu "cizye"
konusu, gerileme sürecini oluşturan son iki asır boyunca bazı müslümanların
çeşitli mazeretler gösterdikleri, özür dileme tavırları takındıkları ve halen
de bazı kimselerin bundan dolayı, ezilip büzülmeye devam ettikleri bir
husustur. Halbuki Allah'ın yolu dosdoğru ve açıktır ve O'na asi olanlara karşı
herhangi bir özür ileri sürmeyi de gerektirmez. Müslümanlar İslam namına
özürler beyan etmek yerine, O'nun himayesi altında yaşamayı tercih edenlerin
can, mal ve inanç güvenliğini sağlayan böyle cizye gibi insani bir kanuna sahip
oldukları için gurur duymalıdırlar. Zira apaçıktır ki, Allah'ın yoluna girmeyip
de batıl yolları izleyenlere, hayatlarını diledikleri gibi sürdürmeleri için
verilebilecek azami özgürlük bu kadar olabilir. "Cizye" verip
zımmiler olarak yaşamak isterlerse, İslam devletinin onlara himaye teklif etmesi
bundandır. Ancak İslam, onların, herhangi bir bölgede hakim idareciler olarak
kalmalarına, kendi batıl adetlerini yerleştirmelerine ve bunları başkalarına
zorla
"Gayri müslimler cizye
verme karşılığında ne elde ediyorlar?" Böyle bir soruya karşılık olarak
cizyenin, gayri müslimlere İslam devleti tarafından tanınan özgürlüğün, İslam
Hukuk sistemi ve himayesi altında yaşıyor olmalarına karşılık batıl yolları
izleme konusunda tanınan iznin bir bedeli olduğunu söylemek yeterlidir. Bu
şekilde onlardan alınan para, kendilerine bu özgürlüğü sağlayan ve haklarını
koruyan söz konusu adil idareyi kurarak çekip çevirmek için harcanıyor. Aynı
zamanda, böyle bir uygulama Allah yolunda harcanmak üzere zekat verme
şerefinden mahrum kaldıklarını ve batıl yollarda hayatlarını sürdürmelerinin
bir bedeli olarak zekat yerine "cizye" ödemeye zorlandıklarını senede
bir defa olmak üzere onlara hatırlatma vazifesini de görür.
29. Üzeyr (Ezra), yaklaşık
M.Ö 450 yıllarında yaşadı. Hz. Süleyman'ın vefatından sonra Babil'deki
esaretleri döneminde kaybolmuş olan Tevrat metinlerini ihya edici olarak ona
büyük bir kudsiyet atfettiler. O dereceye kadar ki, onlar şeriatları, adetleri
ve dilleri (İbranice) hakkında bütün bildiklerini yitirmişlerdi. Daha sora
dağınık rivayetler halinde bulunan Tevrat'ı yeniden toparlayıp yazan ve
şeriatlarını tekrar ihya
30. "Onlardan önce
küfr'e bulaşan kimseler", eski Mısırlılar, Yunanlılar, Romalılar ve
Persler idi. Yahudiler ve Hıristiyanlar, bu eski kavimlerin felsefelerinden,
hurafelerinden ve hayallerinden onların yaptığı gibi aynı yanlış ve hatalı
hareketlere dalacak kadar etkilendiler. (Daha fazla açıklama için Maide
suresinin 101. ayetinin açıklama notuna bakınız.)
31. "...Hahamlar
(alimler) ve rahiplerini Rabb'ler edindiler...": Bu kısmın gerçek
manasını, bizzat Hz. Peygamber (s.a) kendisi açıkladı. Daha önceleri bir
Hıristiyan olan Adiy b. Hatim, İslam'ı kavrayıp anlamak niyetiyle geldiği
zaman, taşıdığı şüpheleri gidermek için Hz. Peygamber'e (s.a) birkaç soru
sordu. Bu sorulardan biri şu idi: "Bu ayet bizi, alimlerimizi ve
rahiplerimizi Rabler edinmekle suçluyor. Bunun gerçek manası nedir? Zira biz
onları kendimize Rabler edinmeyiz" dedi. Hz. Peygamber (s.a) cevaben, ona
karşı bir soru yönelttiler: "Siz onların gayrı meşru (haram) ilan
ettiklerini gayri meşru, onların meşru (helal)
Onların, a) Allah'a oğullar
isnad etmek, b) Kanunları yapma yetkisini Allah'tan başka kimselere vermekle
itham edildiklerine ayrıca dikkat edilmesi gerekir. Bu iki husus Allah'ın
varlığına inansalar bile, onların O'na inandıklarına dair iddialarının
inandırıcı olmadığını ispat eder. Allah hakkındaki böyle yanlış bir kavrayış,
mensuplarının Allah'a olan inançlarını anlamsız kılar.
32. Arapça olan
"" kelimesi "yollar" olarak tercüme edilmiştir. Nitekim
Bakara suresinin 204. ayetinin açıklanmasında daha önce geçtiği gibi,
"" hakim otoriteye itaatı simgeleyen "hayat tarzı" veya
"yaşam biçmini"ni benimseme manasında da kullanılır.
Şimdi bu ayetin manasını
anlamaya çalışalım. Rasulullah'ın vazifesinin amacı, Allah indinden getirmiş
olduğu Hidayet ve Hak yolunu, diğer hayat tarzı ve sistemlerinin üzerine hakim
kılmaktır. Başka bir ifadeyle, Rasulullah (s.a), Allah'ın yolu diğer hayat
tarzlarının keyfi egemenliği altında da olsa varlığını sürdürsün diye
gönderilmemiştir. Halbuki yer ve göklerin Hakimi onu, kendi yolunu başka
yollara üstün getirmek üzere gönderir.
33. Bu dini önderler şu
iki günahtan dolayı suçludurlar: Birincisi, bunlar aslı esası olmayan fetvalar satarak,
rüşvet, hediye ve mükafatlar alarak halkın elindeki serveti yiyip tüketirler.
Aynı şekilde bu kimseler, halkı kendilerinden, henüz hayattayken kurtuluş ve
beratlarını satın almaya teşvik
34. Bu, Allah'ın güneşi,
ayı ve yeryüzünü yarattığı günden beri, yeni ayın sadece ayda bir kez belirdiği
ve böylece yılın da daima oniki aydan oluştuğu anlamına gelir.
Burada bu noktaya değinilmesinin
nedeni, putperest Arapların, helal saydıkları haram aya karşılık takvime
fazladan koydukları aylarla yılın aylarını 13'e veya 14'e yükseltmelerini
sağlayan "nesi" (37. ayet) uygulamasının reddedilmesidir. (Daha geniş
açıklama için bkz. an: 37)
35. "...kendinize
zulmetmeyin...": "Haram aylarda sonuçta size de zararı dokunacak
karışıklıklar çıkararak, bu aylarda savaşın haram kılınmasına sebep olan
iyiliklerin boşa gitmesine izin vermeyin." Haram aylardan; Zilkade,
Zilhicce ve Muharrem hacc için; Recep ayı Umre içindir.
36. Yani, "
37. Putperest Araplar
" " uygulamasını iki şekilde yapıyorlardı. Ne zaman işlerine gelse
bir haram ayı; kendi arzularına göre savaş ve intikam için adam öldürmenin
helal olduğu normal bir ay gibi
Nesî'nin ikinci şekli ise,
ay yılı ile güneş yılını dengeye getirmek için yıla bir ay daha eklemeleriydi.
Böylece hacc, her yıl aynı mevsime denk geliyor ve haccı ay yılına göre tayin
etme sırasında karşılaşılan tüm güçlük ve zahmetlerden kurtulmuş oluyorlardı.
Bu şekilde hacc 33 yıl boyunca gerçek tarihinden başka bir tarihte yapılmış
oluyordu. Ancak 34. yılda Hacc olması gereken tarihte Zil-Hicce'nin 9 ve
10'unda ifa edilebiliyordu. Hz. Peygamber'in (s.a) veda haccını yaptığı yıl,
tarihler bu şekilde dönerek, ay takvimine göre gerçek Hacc mevsimine denk
gelmişti. Bu nedenle Hz. Peygamber (s.a) Arafat'taki tarihi hutbesinde şöyle
demişti: "Bu yıl hacc günleri, uzun müddet devir yaptıktan sonra gerçek ve
tabii tarihine rastladı." H. 9. yılda Veda Haccı'ndan beri de hacc
günleri, asıl tarihine denk gelmekte, ay takvimine göre belirlenmektedir.
İslam hukuku nesî'yi haram
kılıp yasaklayarak, bu uygulamanın nedenini oluşturan iki amacı da günah olarak
ilan etmektedir. Birincisi, onlar sadece Allah'ın haram kıldığını helal
saymakla kalmamışlar, aynı zamanda kanuna uyarmış gibi görünüp Allah'ı
kandırmaya çalışmışlardı. Hacc mevsimini güneş yılına göre sürekli aynı zamana
denk getirmekten oluşan ikinci gayeleri ise, kamu yararına yapılan zararsız bir
şeymiş gibi görünmesine rağmen aslında ilahi kanuna karşı en büyük isyanlardan
biriydi. Bu uygulama, zorunlu ibadetlerin zamanını belirlemede güneş takvimini
değilde ay takvimini ölçü tayin
Tabii ki böyle bir eğitim
onların, kişinin Hak uğrunda savaş vermesi gerektiği diğer alanlarda başarılı
bir konumda olmalarını sağlar.
İşte şimdi nesî'nin neden
haram kılınıp yasaklandığı açıklığa kavuşmuş oldu. Bu uygulama, haccın ve haram
ayların asıl gayesini hiçe sayarak, müşriklerin kendi çıkarlarına uygun olması
için hacc mevsiminin sürekli (güneş yılına göre) belirli bir tarihe denk
gelmesi için yapılıyordu. Bu, onların Allah'a isyan ettikleri ve kendilerinin
ondan bağımsız kıldıkları anlamına gelir ki, bu da küfürdür. Bunun yanısıra
İslam evrensel bir dindir ve tüm insanlar içindir.
Bu bağlamda, nesî'nin
yasaklanmasının H.9. yılın hacc mevsimine denk geldiğine ve bir sonraki yıl
haccın ay takvimindeki tarihlere uygun bir zamanda yapıldığına da dikkat
edilmelidir. O zamandan beri hacc vazifesi her yıl tam zamanında yapılmaktadır.
38. Buradan itibaren, Hz.
Peygamber'in (s.a) Tebûk gazvesi hazırlıkları ile meşgul olduğu bir dönemde
indirilen bölüm (38-72. ayetler) başlamaktadır.
39. "...dünya
hayatının geçimi, ahiretin yanında pek azdır..." cümlesi iki anlama da gelebilir.
Birincisi, "Ahiret hayatının ebedi, nimetlerin ve faydalanılacak şeylerin
de sayısız olduğunu gördüğünüz zaman, o büyük mülkün lütufları yanında bu
geçici dünya hayatının eğlence ve faydalarının hiçbir değeri olmadığını
farkedeceksiniz. O zaman, bu kısa hem de çok kısa fani dünyanın faydaları için
kendinizi ebedi mutluluk ve nimetten mahrum bıraktığınıza pişman
olacaksınız." İkincisi: "Ne kadar çok olursa olsun bu dünyanın geçim
ve faydalarının ahirette hiçbir değeri yoktur. Son nefesinizi verdiğiniz an her
şeyden vazgeçmek zorundasınız, çünkü bu dünyadan hiçbir şey sizinle birlikte
ahirete gidemez. Elbette Allah rızasını gözetmeniz ve İslam uğrunda yaptığınız
fedakarlıklar için bir ecir alacaksınız."
40. Bu ayet İslam
hukukunda genel bir kuralın çıkmasına neden olmuştur.
41. Yani, Allah'ın davası
sadece size bağlı değildir, sadece sizin yaptığınızla başarılacak da değildir.
Allah'ın size kendi yolunda hizmet etme fırsatı bahşetmesi O'nun lütuf ve
merhametindendir. Bu nedenle
42. Burada, kafirlerin Hz.
Peygamber'i (s.a) öldürmeye karar verdikleri ve tam öldürecekleri gece Hz.
Peygamber'in (s.a) Mekke'den Medine'ye hicret için yola çıktığı zamana
değinilmektedir. O zamana dek müslümanların çoğu ikişer üçer Medine'ye hicret
etmiş ve Mekke'de sadece bir kaç çaresiz müslüman ile kalplerinde nifak bulunan
ve emin olmayan bazı müslüman geçinen kimseler kalmıştı. Bu sebepten dolayı Hz.
Peygamber (s.a) kendisini takip edeceklerini bildiği için yanına sadece Hz. Ebu
Bekir'i (r.a) aldı. Medine'ye giden kuzey yolunu takip etmek yerine güneye
doğru yol aldı ve üç gün boyunca "Sevr" mağarasında kaldı. O sırada
kana susamış düşmanlar tüm Mekke çevresinde onu aramışlar ve bazıları onun
saklandığı mağaranın ağzına kadar gelmişlerdi. Bu kritik durumda doğal olarak
Hz. Ebu Bekir (r.a) onların mağaraya girip kendilerini göreceklerinden korkarak
heyecanlanmıştı. Fakat Hz. Peygamber (s.a) sükunetini korumuş ve arkadaşını:
"Üzülme, Allah bizimle beraberdir" diyerek teskin etmişti.
43. ".....hafif de
olsanız, ağır da olsanız..." sözleri çok geniş bir anlama sahiptir:
"Cihada çıkılması emredildiğinde, bundan hoşlansanız da, hoşlanmasınız da,
zengin de olsanız, fakir de, techizatınız çokda olsa, az da; şartlarınız uygun
olsa da olmasa da; genç ve sağlıklı olsanız da, yaşlı ve hasta olsanız da
savaşa gitmelisiniz."
44. Onlar Tebûk seferinin
zor olacağını tahmin ediyorlardı, çünkü güçlü ve büyük Roma İmparatorluğu
ordusuyla savaşacaklardı; çünkü yaz mevsiminin kavurucu sıcağında, çölde
yolculuk yapmak zorunda kalacaklardı, çünkü ülkede kuraklık vardı ve ümitlerini
bağladıkları yeni ürünlerin hasat zamanı gelmişti.
45. Asılsız özürler öne
süren münafıklara Hz. Peygamber (s.a) izin vermiştir. Fakat Allah verilen bu
izni onaylamamıştır. Hz. Peygamber (s.a) onların özürler uydurduklarını bildiği
halde, tabiatında olan yumuşaklığı nedeniyle onlara savaştan geri kalma izni
vermiştir. Fakat Allah, Hz. Peygamber'i (s.a), onlara münafıklıklarını gizleme
fırsatı verdiği için böyle yumuşaklığın yerinde olmadığı konusunda uyarmıştır.
46. Bu ayet, İslam'la,
küffar arasındaki savaşın, gerçek bir müminle bir münafığın ayrımını sağlayan
ölçü olduğunu göstermektedir. Bu savaşta tüm kalbiyle İslam'ı destekleyen tüm
enerji ve kaynaklarını onun zafere ulaşması için harcayan ve bu amaç uğrunda
hiçbir fedakarlıktan kaçınmayan kimse gerçek bir mümindir. Bunun tam aksine, bu
savaşta İslam'ı desteklemekte tereddüt
47. Allah onları
durdurmuştur, çünkü onların, hiçbir samimi niyetleri olmaksızın istemeye
istemeye savaşa katılmalarından hoşnut olmamıştır. Onların İslam uğurunda
fedakarlık yapmak gibi bir niyetleri olmadığı halde onlar, müslümanların
dininden kurtulmak veya karışıklık yaratmak amacıyla istemeye istemeye savaşa
katılmış olsalardı, bu, bir sonraki ayette de (48) açıkça belirtildiği gibi çok
kötü bir sonuca yol açabilirdi.
48. Hz. Peygamber'den
(s.a) şu veya bu bahaneyi öne sürerek geride kalmak için izin isteyen
münafıklar o denli küstah idiler ki Allah yolunda cihaddan geri kalabilmek için
dini veya ahlaki özürler icat ediyorlardı. Bunlardan biri de Cedd bin Kays idi
ve rivayetlere göre Hz. Peygamber'e (s.a) gelip şöyle demişti: "Ben
güzelliğe hayranım ve halkım benim kadınlara karşı ne denli zayıf olduğumu
bilir. Bu nedenle Romalı kadınların beni günaha saptıracağını düşünerek savaşa
gitmekten korkuyorum. İşte bu yüzden ".... beni fitneye düşürme".
49. İzin istedikleri
halde, onlar zaten yalan söyleme, iki yüzlülük ve münafıklık fitnesine
düşmüşlerdi. Cihaddan kaçınmak için fitneye düşmeme özrünü öne sürdüklerinde,
dindar ve takva sahibi insanlar olarak
50. Yani, "Böyle bir
dindarlık gösterisi onları cehennemden kurtaramamıştır; hatta tam tersine bu
yaptıkları, cehennemin onları çepeçevre kuşatmasına neden olacaktır."
51. Bu bölümde, biri
sadece dünya hayatı için yaşayan diğeri ise Allah için yaşayan iki adamın
tutumları arasındaki sınır belirlenmektedir. Bu dünya için yaşayan adam ne
yaparsa sadece kendisini tatmin etmek için yapar. Dünyevi bir amaca ulaştığında
sevinir, elde edemediğinde ise üzülür. Bunun yanısıra başarısı için sadece
kendi maddi kaynaklarına güvenip dayanır.
Bunun tam aksine Allah için
yaşayan bir adam her ne yaparsa Allah'ı hoşnut etmek için yapar ve ne kendi
güçlerine, ne de maddi kaynaklarına güvenmeyip sadece O'na güvenir. Bu nedenle
ne Allah yolunda kazandığı başarıdan gurur duyup coşar, ne de başarısızlığa
uğradığında cesaretini kaybedip üzülür. Çünkü o, her iki durumunda Allah'ın
iradesinin bir sonucu olduğunu bilir. Bu nedenle o ne felaketler sonucu ümit ve
cesaretini yitirir, ne de başarılar sonucu gurura kapılır. Çünkü o, zenginliğin
de fakirliğin de Allah katından olduğuna ve her ikisinin de birer imtahan
olduğuna inanır. Bu nedenle onun tek kaygısı, bu imtihandan başarılı çıkabilmek
için elinden geleni yapmasıdır. Ayrıca, onun önünde dünyevi gayeler bulunmadığı
için, başarı veya başarısızlığı bu tür gayelere göre de değerlendirmez. Bunun
aksine, onun tek gayesi malını ve canını Allah yolunda feda etmektir. Başarı
veya başarısızlığı, bu görevin yerine getirilip getirilmemesi ölçüsüne göre
değerlendirir.
52. Bu, her zaman olduğu
gibi, İslam'la küfür arasındaki savaşta hiçbir rol almayan, Peygamber (s.a) ve
ashabı Tebûk'ten muzaffer olarak mı dönecekler, yoksa güçlü Roma ordusu
tarafından tamamen yok mu edilecekler diye, savaşı uzaktan "akıllıca"
izleyen kimslere verilen cevaptır. Onlara bekledikleri her iki sonucun da
müslümanlar için hayırlı olacağı söylenmektedir. Çünkü zaferi kazanırlarsa
tabii bu hayırlı bir sonuçtur. Fakat
53. 53. ayet, cihaddan
geri kalmak için izin isteyen, fakat aynı zamanda nifaklarını gizlemek için bir
takım maddi katkılarda bulunmak isteyen münafıklara sert bir uyarıdır. Onlar:
"Bizi askeri hizmetten muaf tut, çünkü bunu yapamayız. Fakat maddi
yardımda bulunmaya hazırız demişlerdi. Buna karşılık Allah şöyle demektedir:
"Ne verirseniz verin, verdiğiniz
54. "Allah bunlarla
onlara bu dünya hayatında azap etmeyi istiyor." Çünkü onlar, çocuklarına
ve mallarına karşı, münafık olmalarına sebep teşkil
Yukarıdaki durumu açıklığa
kavuşturmak için Hz. Ömer'in (r.a) hilafeti zamanında meydana gelen bir olayı
burada analım. Bir keresinde içlerinde Süheyl bin Amr ve Haris bin Hişam'ın da
bulunduğu bir grup Kureyşli lider, Halife Ömer'i (r.a) görmeye gitmiş ve onun
yanında yerlerini almışlardı. Bundan kısa bir süre sonra muhacirler ve ensardan
mütevazi niteliklere sahip bir kaç kişi geldi. Halife, Kureyşli liderlerden bu
mütevazi insanlara yer vermelerini istedi ve onları yanına oturttu. Bu olay
birkaç kez tekrarlandı, nihayet Kureyşli liderler mecliste en uç köşeye dek
uzaklaştılar. Dışarı çıktıklarında Haris bin Hişam: "Gördünüz, bize karşı
bugün nasıl alçaltıcı bir davranışta bulunuldu" dedi. Süheyl bin Amr ona
şöyle cevap verdi: "Bu Ömer'in hatası değil, bizim kendi hatamız. İslam'a
çağrıldığımızda biz ondan yüz çevirdik fakat bu mütevazi insanlar onu
55. "Allah onların
kafir olarak canlarının çıkmasını istiyor." Çünkü kalplerindeki nifak,
onların ölünceye dek samimi bir imana sahip olmalarına izin vermez. Bu nedenle
onlar, bu dünyadaki ahlaki ve ruhi hayatlarını mahvettikten sonra kafir olarak
hayattan ayrılırlar. Bu da onların ahiret hayatını helak eder.
56. Çoğu yaşlı ve zengin
olan Medine'li münafıkların durumu işte böyleydi. İbn Kesir'in el-Bidaye
ve'n-Nihaye'sinde yeralan münafıkların listesinden, içlerinden sadece bir
tanesinin genç ve fakir olduğunu öğreniyoruz. Bu insanların Medine'de çok
malları ve parlak bir ticaret hayatları vardı. Sadece dünyayı düşünen
insanlardı ve tecrübeleri de onlara çıkarlarına göre hareket etmelerini
öğretmişti; fakat kişisel çıkarları onları bir ikileme itiyordu. İslam
Medine'ye ulaştığında ve büyük bir çoğunluk samimiyet ve şevkle İslam'ı
Bu ayet (57) münafıkların
yaşadığı ikilemi anlatmaktadır: "Bu insanlar sizin gibi müslüman
olduklarına yemin etmelerine rağmen gerçek müslüman değildirler. Onlar sadece
açıktan reddettiklerinde karşılaşacakları kayıplardan korktukları için, İslam'ı
57. Burada bahsedilen
kimseler, kendilerine hakettikleri payın verilmediğini düşünerek her zekat
dağıtımında rahatsız olan münafıklardır. Onlar her seferinde Hz. Peygamber'i
(s.a) adaletsiz bir dağıtım yapmakla suçlarlardı. Bu olay, mal varlığı belirli
bir sınırı aşan her müslümana zekat vermesi farz kılındığında meydana
gelmiştir. Müslümanlar sahip oldukları tarımsal ürünlerden, hayvanlardan,
ticari mallardan, ocaklardan çıkarılan madenlerden, altın ve gümüşten %2.5'tan
%20'ye kadar değişen oranlarda zekat vermeliydiler. Bu zekatların tümü de
sistematik bir şekilde bir merkeze toplanıp oradan harcanmaktaydı.
Bunun sonucunda bir tek
şahsın, yani Hz. Peygamber'in (s.a) elinde tüm Arabistan'da hiç eşine
rastlanmayan miktarda çok servet toplanıyordu. Doğal olarak materyalistler bu
mallara açgözlülükle bakıyorlar ve bu servetten mümkün olduğunca çok pay almak
istiyorlardı. Fakat onların bu açgözlülükleri tatmin edilmiyordu, çünkü zekat
fonundan kullanmayı kendi şahsına ve akrabalarına yasaklayan Hz. Peygamber'in
(s.a), hak etmeyen kimselere zekattan pay vermesi beklenemezdi. Bu nedenle
münafıklar, Hz. Peygamber'i (s.a) toplanan zekatları adaletsizce dağıttığı için
değil, kendilerinin zekattan hak etmedikleri birşeyi almalarına engel olduğu
için suçluyorlardı. Fakat bu asıl şikayetlerini gizliyorlar ve Hz. Peygamber'in
(s.a) toplanan zekatların dağıtımında adaletsizlik yaptığını ve taraf tuttuğunu
söylüyorlardı.
58. Yani
59.
60. "Biz sadece
Allah'a rağbet ederiz": "Biz ilgi ve dikkatimizi dünyaya ve onun
değersiz faydalarına değil, Allah'a ve O'nun lütfuna yöneltiriz ve sadece O'nun
dileklerini yapmak isteriz. Beklenti ve ümitlerimizi O'na bağlarız ve O'nun
bize lutfettiğiyle yetinir razı oluruz."
61. Arapçada
"fukara" kelimesi, hayati ihtiyaçları için başkalarına bağımlı olan
herkesi içerir. Arapça "fukara" kelimesi, fiziksel bir sakatlık,
yaşlılık nedeniyle veya geçici olarak fakir düşmüş kimseler, ya da işsizler,
yetimler, dullar gibi yardım edildiğinde kendi kendilerini idare edebilecek
hale gelen fakirler için kullanılan genel bir terimdir.
62. Arapçada""
kelimesi, genelde fakirlerden daha büyük bir sefalet içinde bulunan kimseler
için kullanılır. Hz. Peygamber (s.a) müslümanları, özellikle bu tür insanlara,
yani hayatlarını sürdürecek ihtiyaçlarını karşılayamayan, çok zor şartlar içinde
bulunan, fakat hiç kimseden hiçbir şey istemeyen ve dışardan bakıldığında
ihtiyaç sahibi olduğu anlaşılmayan kimselere yardım etmeleri için teşvik
etmiştir. Bir hadise göre, Gerçek miskin, kendisini geçindirecek zenginliğe
sahip olmayan ve halkça hali bilinmediği için sadaka verilmeyen, kendisi de
kalkıp sadaka istemeyen kimsedir. (Sahihayn) Kısacası miskin, fakir düşmüş
saygın bir kimsedir.
63. "...onlar
üzerinde çalışan memurlara...", fakir veya muhtaç olsun veya olmasın zekat
toplayan, toplanmasına gözcülük
Bununla birlikte, kendi
aileleri içinden toplanan zekattan pay alıp alamayacakları konusunda görüş
ayrılığı vardır. İmam Ebu Yusuf, fakir, miskin ve yolcu olduklarında bu zekatı
64. Zekatın bir kısmı da,
onun İslam'a kazanmak amcıyla, İslam'a karşı faaliyetlerde bulunanlara
kafirlerin tarafında bulunup müslümanlara yardım edebilecek türde kimselere
veya kendilerine maddi yardım yapılmadığı takdirde küfre döneceğinden korkulan
yeni müslümanlara (Müellefe-i Kulup) verilebilir. Bu tür insanlara onları
İslam'a kazanmak veya boyun eğdirmek ya da en azından onları zararsız düşmanlar
haline getirmek için maaş bağlamak veya bir miktar para vermek caizdir.
Ganimetlerin ve diğer gelirlerin bir kısmı, gerekirse zekatın da bir kısmı bu
insanlara harcanabilir. Böyle durumlarda muhtaç, fakir veya yolcu olup olmama
şartları dikkate alınmaz, hatta zekat almayacak denli zengin olanlara dahi pay
verilebilir.
Hz. Peygamber'in (s.a)
yaşadığı dönemde "kalbleri ısındırılacaklar" adı altında bazı
kimselere, harcamalar yapıldığı konusunda görüş birliği vardır, fakat onun
ölümünden sonra bu harcamaların kaldırılıp kaldırılmadığı konusunda ihtilaf
vardır. İmam Ebu Hanife ve taraftarlarına göre bu uygulama Halife Ömer (r.a)
zamanında kaldırılmıştır ve "şimdi bu ad altında bir harcama yapmak caiz
değildir." İmam Şafii, kafirlere değil, günahkar müslümanlara bu başlık
altında zekattan pay verilebileceğini söyler. Diğer fakihler ise bu tür
harcamaların bugün de ihtiyaç duyulduğunda caiz olduğu görüşündedirler.
Hanefiler görüşlerini, Hz.
Peygamber'in (s.a) ölümünden sonra meydana gelen bir olaya dayandırırlar.
Uyeyne bin Hısın ve Akra' bin Habis, Hz. Ebu Bekir'e gelip kendilerine bir
parça toprak vermesini istediler. O da bunun için yazılı bir emir verdi.
Onlarda bu emrin onaylanması için bazı sahabelerin şahitliğine başvuruyorlardı.
Fakat bu kağıdı Hz. Ömer'e (r.a) götürdüklerinde o, kağıdı onların gözleri
önünde yırtıp şöyle dedi: "Evet, o dönemde İslam zayıf olduğu için
Peygamber (s.a) kalblerinizi İslam'a ısındırmak üzere size birşeyler veriyordu.
Fakat şimdi İslam güçlendi ve sizin gibi insanlara ihtiyacı yok." Bunun
üzerine onlar Hz. Ebu Bekir'e gidip "Halife sen misin, yoksa Ömer
mi?" diye şikayet ettiler. Fakat Hz. Ebu Bekir bu şikayeti dikkate almadı
ve sahabeden hiçbiri de Hz. Ömer'in görüşüne karşı çıkmadı. Hanefiler bu
olaydan, Allah'ın lütfu ile müslümanların gücü ve sayısı arttığında ve artık
böyle insanların yardımına ihtiyaç kalmadığında, bu harcamalara izin
verilmesinin nedeninin de ortadan kalkmış olduğu sonucunu çıkardılar. Onlara
göre, bu nedenle sahabeler icmaen bu uygulamayı tamamıyla kaldırmışlardır.
İmam Şafii, Hz.
Peygamber'in (s.a) zekattan kafirlere bu başlık altında harcama yaptığını
gösteren hiçbir delil olmadığını söyler. Ona göre hadislerde değinilen tüm
olaylar, kafirlerin kalblerini İslam'a ısındırmak için yapılan tüm harcamaların
zekat fonundan değil, savaş ganimetlerinden yapıldığını göstermektedir.
Bence kalpleri İslam'a
ısındırmak için yapılan harcama uygulamasının kıyamet gününe dek kaldırıldığını
gösteren hiçbir delil yoktur. Hz. Ömer'in davranışının tamamen doğru olduğunda
da şüphe yoktur. Çünkü İslam devleti bu tür bir harcamayı gerekli görmediği
zaman ve durumda, İslam dini, "kalbleri ısındırmak" adı altında bir
harcama yapmayı zorunlu kılmaz. Diğer taraftan, ne zaman böyle bir ihtiyaç
doğsa İslam devletinin bu tür bir harcama yapma yetkisi vardır, çünkü Allah
bunun için belirli bir pay ayırmıştır. Hz. Ömer (r.a) ve diğer sahabeler
sadece, o dönemde şartlar gerektirmediği için bu tür bir harcamaya ihtiyaç olmadığı
konusunda görüş birliğine varmışlardır. Bu olaydan, Kur'an'ın belirli şartlarda
İslam'ın hayrı için izin verdiği bir harcamayı, sahabelerin tamamen ortadan
kaldırdıkları sonucu çıkarılamaz.
İmam Şafii'nin görüşüne
gelince, bu harcamalar başka kaynaklardan karşılanabildiği sürece zekattan
bunlara pay ayırmanın caiz olmadığı noktasında isabetli bir görüştür. Fakat bu
tür harcamaların zekattan karşılanması gibi bir ihtiyaç doğduğunda, bu bakımdan
günahkar müslümanlarla kafirler arasında bir ayırım yapmanın hiçbir anlamı ve
sebebi yoktur. Çünkü Kur'an payı, alan kişilerin imanı için değil, İslam'ın o
insanların kalbinin kazanılmasına ihtiyacı olduğu ve bu da ancak onlara bir
miktar servet verilerek başarılabildiği için ayırmıştır. O halde Kur'an, müminlerin
imamına gerekli yer ve zamanda bu amaca ulaşmak için zekatın bir kısmını
harcama yetkisi verir. Hz. Peygamber'in (s.a) bu amaçla kafirlere hiçbir
zekattan pay vermemiş olması böyle yapmanın haram olduğu anlamına gelmez. O
zekat fonundan harcama yapmamıştır, çünkü diğer fonlarda yeteri kadar para
mevcuttu.
65. Zekatın bir kısmı da
köleleri özgürlüğe kavuşturmak için iki şekilde sarfedilebilir. Birincisi,
efendisi ile belirli bir miktar para ödendiğinde özgür kalmak üzere anlaşma
yapan kölenin bu parayı ödemesine yardımcı olunabilir. İkincisi ise İslam
devleti kölenin özgürlüğünü satın alıp, daha sonra onu serbest bırakabilir.
Birinci yol hakkında görüş birliği (icma) vardır, fakat ikinci yol hakkında
ihtilaf vardır. Hz. Ali, Said bin Cübeyr, Leys, Sevri, İbrahim Nehai gibi,
Şa'bi, Muhammed bin Sirin, Hanefiler ve Şafiiler bunun caiz olmadığını
söylerler. İbni Abbas, Hasan Basri, Malik, Ahmed ve Ebu Sevr ise bu harcamanın
caiz olduğu görüşündedirler.
66.
67. "Allah
yolu", Allah'ı hoşnut
Evvelki alimler genellikle
cihad yerine, "kıtal"le eş anlamlı bir kelime olan
"gazve"yi kullandıkları için burada "Allah yolu " tabiri
ile ilgili bir yanlış anlama ortaya çıkmıştır. Buradan yola çıkarak onlar,
zekatın sadece "kıtal" için harcanabileceği sonucuna varmışlardır.
Fakat Allah yolunda cihad, Allah yolunda kıtal etmekten (savaşmaktan) çok daha
geniş bir terimdir. Cihad, küfür kelimesinin alçaltılıp Allah'ın kelimesini
yüceltmek (ilay-ı kelimetullah) ve İslami hayat tarzını kurmak için harcanan
tüm çabaları içeren bir terimdir. Bu çabalar ister ilk etapta Allah'ın mesajını
tebliğ etmek şeklinde, isterse son aşamada savaşmak şeklinde olsun farketmez.
68. Kendi vatanında iken
yardıma muhtaç degilse bile yolculara zekattan pay verilebilir.
Bazı Fakihler sadece, günah
işlemek amacıyla yola çıkmamış bir yolcuya zekat fonundan yardım yapılabileceği
görüşündedirler. Fakat Kur'an'da ve hadislerde bunu kasteden hiçbir şart ve
sınırlama yer almamıştır. Bunun yanısıra, İslam'ın temel ilkelerinden, muhtaç
bir kimsenin günahlarının, bizi ona yardımdan alıkoymaması gerektiğini öğreniyoruz.
Aslında böyle bir yardım, günahkar ve yoldan çıkmış kimselerin ıslah olup doğru
yola gelmelerini de sağlayabilir. Çünkü
69. Bu, münafıkların Hz.
Peygamber'e (s.a) yönelttikleri suçlamalardan biriydi. Hz. Peygamber (s.a)
herkesi dinlediği ve herkesin istediği şeyi söylemesine izin verdiği için onlar
bunu hata olarak görürler ve şöyle derlerdi: "O saf bir adam. Herkes ona
rahatça yaklaşıp dilediğini söyleyebilir, o da hemen her duyduğuna
inanıyor!" O'nun herkesi dinlemesi aslında iyi birşeydi, Fakat münafıklar
fakir ve mütevazi müslümanların Hz. Peygamberin (s.a) yanına yaklaşmalarını
engelleyebilmek için, bunu sanki kötü bir özellik imiş gibi yaydılar.
Münafıklar, bu gerçek müminlerin kendi düzenlerini, kötülüklerini ve düşmanca
konuşmalarını gidip Hz. Peygamber'e (s.a) haber vermelerinden hoşlanmıyorlardı.
Hz. Peygamber'in (s.a) kendileri gibi "saygın" kimseleri değil de, bu
fakir ve basit insanları dinleyip onlara inanmasına çok kızıyorlardı.
70. Bu suçlamaya verilen
cevap iki noktayı ifade etmektedir. Birincisi: "Gerçi Peygamber (s.a)
herşeyi dinler, ama sadece hayırlı ve toplum yararına olan şeyleri dikkate
alır. Çünkü o kötü ve günah olan şeyleri dinleyen veya bunları teşvik
71. Yani, "Siz onun
herkesi dinlediği konusunda yanılıyorsunuz. O sadece gerçek müminlere güvenir.
Bu nedenle sizin hakkınızda, sadece yalan ve dedikodudan uzak iyi ve güvenilir
kimselerin ulaştırdığı haberlere inanır. Onların sizin hakkınızda söyledikleri şeyler
doğruydu ve doğru olarak
72. Münafıklar, gizli
planlarının Kur'anda, kendilerini büyük bir hezimete uğratacak şekilde açığa
çıkarılacağından korkuyorlardı. Gerçi Hz. Muhammed'in (s.a) Allah'ın Rasulü
olduğuna inanmıyorlardı, ama dokuz yıllık tecrübeler onlara, Hz. Peygamber'in
(s.a) kendi gizli sırlarını öğrenebildiği doğaüstü güçlere sahip olduğunu ve
bunları Kur'an'a yerleştirdiğini göstermişti. (Münafıklar Kur'an'ı, Hz.
Peygamber'in (s.a) yazdığına inanıyorlardı.)
73. Burada, Hz. Peygamber
(s.a) ve sahabe Tebûk gazvesi için hazırlanırken, münafıkların gizli
toplantılarında onlarla alay edici tarzda yaptıkları konuşmalar
kastedilmektedir. Bu şekilde samimiyetle ve cihada gitmek için hazırlanan
müslümanların cesaretini kırmak istiyorlardı. Bu bağlamda hadislerden bir çok
şey öğreniyoruz. Örneğin, münafıkların dedikodu yapıp eğlenmek için
toplandıkları bir seferde içlerinden biri şöyle dedi: "Sizler, Romalıları
Araplar gibi mi sanıyorsunuz? Yakında kendinizi bu "cesur" adamların
ipleriyle bağlı bir halde göreceksiniz." Başka biri de şöyle karşılık
verdi: "Bağlar herbirinin vücudunu sardıktan sonra yüz kez de sopa yeseler
ne kadar iyi olur değil mi?" Bir başkası da Hz. Peygamber'in (s.a) sefer
için yaptığı hazırlıkları alaya alarak: Şu adama ve yaptığı hazırlıklara bir
bakın! Suriye'deki ve Roma İmparatorluğundaki kaleleri fethedecekmiş"
diyordu.
74. Yani, "Böyle
konuşmalardan hoşlanan ve hayatta kendilerine göre ciddi bir şey olmadığı için
ciddi konularla dahi alay
75. Bunlar tüm
münafıkların ortak özellikleridir. Hepsi de kötülükle meşgul olur ve iyiye
düşmandır.
76. Bir önceki ayette
münafıklardan üçüncü şahıs olarak bahsedilmişti. Bu ayette ise onlara direkt
olarak (ikinci şahıs) hitap edilmektedir.
77. Münafıklardan yine
üçüncü şahıs olarak bahsediliyor.
78. Bu ifade ile Hz.
Lut'un kavminin helak olduğu yerleşim bölgesine telmihte bulunuluyor.
79. "Onlar kendi
kendilerine zulmettiler". Çünkü helak oluşlarından kendileri sorumlu idi.
Allah'ın onlara bir düşmanlığı ve onları helak etme gibi bir isteği yoktu.
Aslında onlar helak olmalarına yol açan hayat tarzını kendileri seçmişlerdi.
Oysa Allah, Rasuller göndermek suretiyle onlara düşünme, anlama ve kendilerini
düzeltme fırsatları vermiş ve hem kurtuluşa, hem de helake götüren yolları
onların gözleri önüne sermişti. Fakat onlar gidişatlarını düzeltmeleri için
kendilerine verilen fırsatlardan yararlanmadıkları ve kendilerini felakete sürükleyen
yolları izlemekte ısrar ettikleri için, kaçınılmaz bir şekilde bekledikleri
sona ulaşmışlardır. Bu korkunç son, Allah'ın onlara zulmetmesi nedeniyle değil,
bilakis onların kendi kötü amelleri nedeniyle başlarına gelmiştir.
80. Münafıklarla (67. ayet),
gerçek mü'minlerin (71. ayet) özellikleri arasındaki karşıtlık, dış görünüşte
İslam'a iman ve itaat bakımından ikisi arasında benzerlik olmasına rağmen,
birbirlerinden tamamen farklı olduklarını göstermektedir. Farklılık,
ahlaklarında, davranış, alışkanlık, tavır ve düşünce şekillerindedir. Bir
tarafta, İslam'a inandıklarını söylemekten hiç bıkmayan, fakat samimi imandan
yoksun olan ve davranışları inancını yalancı çıkaran münafıklar vardır. Bunlar,
üstündeki etikette "misk" yazan, fakat içinde hem görüntüsünden hem
de yaydığı kokudan inek pisliği olduğu her yönden, görünüşü, kokusu ve diğer
özellikleri ile ispatlanan şişelere benzerler. Diğer tarafta ise, içinde misk
olan ve misk olduğu her yönden, görünüşü, kokusu ve diğer özellikleri ile
ispatlanan şişelere benzeyen gerçek mü'minler vardır. Gerçi dıştaki İslam
etiketi münafıklarla müslümanları bir tek İslam toplumu yapar, ama
ikiyüzlülerin özellikleri gerçek müslümanlardan o kadar farklıdır ki, bu ikisi
aslında iki ayrı toplum oluşturur. Kadın, erkek münafıklar, benzer özelliklere
sahip diğer kimselerle birlikte ayrı bir toplum oluştururlar. Bunların hepsi
Allah'tan gafildirler, kötü işlerle meşgul olup, hayırlı işlerden yüzçevirirler
ve asla gerçek mü'minlerle işbirliği yapmazlar; kısacası bunlar birbirlerinin
dostudurlar, kendilerini İslam toplumundan saymazlar ve kendilerine özgü bir
grup oluştururlar. Bunların aksine kadın, erkek, gerçek mü'minler bir tek
toplum oluştururlar. Hepsi de hayırlı işlerle meşgul olup kötülükten nefret
ederler, gece gündüz Allah'ı zikrederler ve O'nu anmaksızın geçen bir hayat
düşünmezler, Allah yolunda harcarken çok cömerttirler, hiçbir şart ve kayıt
tanımaksızın Allah'a ve Rasulüne itaat ederler. Bu ortak özellikler onları
münafıklardan ayırır, onları tek bir toplum haline getirir ve birbirinin dostu
kılar.
81. Buradan itibaren,
Tebûk gazvesinden sonra gönderilen üçüncü bölüm yer almaktadır.
82. Bu emir, münafıklara
karşı uygulanan politikadaki değişikliği belirlemektedir. Bu zamana kadar iki
sebep yüzünden onlara yumuşak davranılıyordu. Birincisi müslümanlar, harici
düşmanların yanısıra bir de iç çatışma riskini göğüsleyebilecek denli güçlü
değillerdi. İkinci sebep ise, şüphe ve tereddütlere kapılan kimselere iman ve
inanç sahibi olabilmeleri için gerekli zaman ve mühleti vermekti. Fakat artık
bir politika değişikliğinin zamanı gelmişti. Tüm Arabistan'a boyun eğdirilmişti
ve dış düşmanlarla sert bir çatışma başlamak üzereydi. Bu nedenle iç
düşmanların, dış düşmanlarla işbirliği yapıp müslümanlar için bir iç tehlike oluşturmamaları
için yok edilmeleri gerekiyordu. Ve şimdi onları baskı altına almak mümkündü.
İkinci sebebe gelince, münafıklara doğru yolu gözleme, düşünme ve denemeleri
için dokuz yıllık bir süre verilmişti. Onlar da bir "hayır" olsaydı
bu süreden yararlanırlardı.
Bu nedenle onlara daha
fazla yumuşaklık gösterilmesi için hiçbir sebep yoktu. İşte bu yüzden Allah
müslümanlara, münafıkları kafirlerle aynı seviyede tutmalarını, onlara karşı
cihada başlamalarını ve onlara karşı uyguladıkları yumuşaklık politikasından
vazgeçip sert ve katı bir politika uygulamalarını emretmektedir.
Bu bağlamda ayetin
müslümanlara, münafıklarla savaşmayı emrettiğine dikkat edilmelidir. Burada
sadece o zamana dek uygulanan yumuşak politikaya bir son verilmesi
istenmektedir. Bu ayet münafıkların artık İslam toplumunun bir parçası ve
bölümü olarak
Bu emire, indirildiği
dönemde çok acil ihtiyaç vardı. İslam toplumunu düşüş ve gerileyişten korumak
için, birlik ve bütünlüğü tehdit
83. Onların söyledikleri
"küfür sözü"nün ne olduğunu kesin bir şekilde bilemiyoruz. Fakat o
dönemde münafıkların söyledikleri küfür sözlerine değinen birçok hadisler
vardır. Mesela, bir münafığın akrabası olan genç bir müslümanla konuşurken
şöyle dediği rivayet edilir: "
84. Burada münafıkların
Tebûk seferi sırasında kurdukları tuzaklar kastedilmektedir. Dönüş sırasında
münafıklar Hz. Peygamber'i (s.a) geceleyin bir tepe üzerinden geçerken bir
çukura itip düşürmeyi planladılar. Hz. Peygamber (s.a) bu planı haber aldı ve
kendisi Ammar b. Yasir ve Huzeyfe bin Yeman ile kısa yoldan, yani tepelerin
üzerinden giderken ordunun tepelerin çevresindeki uzun yolu takip etmesini
emretti. Yolda giderken yüzleri örtülü bir düzine kadar münafığın kendilerini
takip ettiğini gördüler. Bunun üzerine Huzeyfe (r.a), develerini
uzaklaştırabilmek için onlara doğru ilerledi. Fakat münafıklar onun kendilerine
yaklaştığını görünce dehşete düştüler ve tanınmamak için kaçmaya başladılar.
Münafıkların yaptığı diğer
plan ise, İslam ordusu hakkında "kötü haberler" duyulur duyulmaz
Abdullah ibn Ubey'in Medine'de kral ilan edilmesiydi. Çünkü onlar Hz. Peygamber
(s.a) ve ashabının asla büyük Roma İmparatorluğu karşısında dayanamayacağını
düşünüyorlardı.
85. Burada, Medineli
münafıkları utandırmak için imalı bir ifade yer almıştır ve Medine halkının
zenginliğine işaret edilmektedir. Çünkü Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden önce
Medine yüksek bir konuma sahip değildi. Fakat dokuz yıl kadar kısa bir süre
içinde Hz. Peygamber'in (s.a) o şehirde ikameti ve gerçek müslümanlar olan
Ensar'ın fedakarlıkları nedeniyle bu küçük şehir tüm Arabistan'ın başşehri
oldu. Bunun sonucunda, eskiden köylü olan Evs ve Hazreçliler İslam devletinin
"büyükleri" haline geldiler ve gerek savaş ganimetleri şeklinde
gerekse hareketli ticaret hayatı nedeniyle Medine'ye servet akmaya başladı. Bu
ayette münafıklar, Peygamber'e (s.a) şükranda bulunmak yerine, onlara sadece
zenginlik getirmek gibi bir suçu olduğu için onu kıskandıkları ve haset
ettikleri için tenkid edilmektedirler.
86. Bu da münafıkların 74.
ayette eleştirilmelerine neden olan nankörlüğe bir örnektir.
Münafıklar, Allah
kendilerini bol ihsanından verdiğinde sadaka olarak infak etmek üzere
verdikleri sözden döndüler. Bu da onların müzmin günahkar olduklarını,
yaptıkları anlaşmalara aldırmadıklarını, cimri olduklarını ve uyacakları hiçbir
ahlak kuralına sahip olmadıklarını gösterir.
87. Burada, Hz.
Peygamber'in (s.a) Tebûk seferi için maddi yardım isteğinde bulunduğu zaman
münafıkların takındığı cimrice tavır kastedilmektedir. Münafıklardan zengin
olanlar, kendileri bir katkıda bulunmadıkları gibi kendi imkanları dahilinde
cömertçe yardımlarla katkıda bulunan samimi müslümanlarla da alay etmeye
başladılar. Zengin bir müslüman büyük bir katkıda bulunduğunda onu gösteriş
yapmakla suçluyorlardı. Diğer taraftan fakir bir müslüman, ailesinin
ihtiyaçlarından fedakarlık yapıp ayırdığı veya çalışıp çabalayıp biriktirdiği
az miktarda bir sadaka getirdiğinde alay ederek: "Şuna bakın hele; işte
Roma İmparatorluğunun kalelerini fethetmeye yarayacak para!" diyorlardı.
88. Bu ayet, Tebûk
seferinden kısa bir süre sonra ölen münafıkların lideri Abdullah İbn Ubey'in
cenaze namazını kılmaktan alıkoymak için nazil olmuştur. Samimi bir müslüman
olan Abdullah İbn Ubey'in oğlu Abdullah (O muhlis bir müslümandı) Hz.
Peygamber'den (s.a) babasına kefen yapmak üzere gömleğini istedi. Hz. Peygamber
(s.a) bu isteği cömertçe yerine getirdi. Daha sonra Abdullah ondan babasının
cenaze namazını kıldırmasını istedi. Hz. Peygamber (s.a) bunu da
Yukarıdaki olay şöyle bir
kuralın düzenlenmesine neden oldu: Müslümanların imamları ve liderleri, İslam
düşmanlarının veya İslam'a itaatsizliği ile meşhur olanların cenaze namazlarını
ne kıldırabilir ne de kılabilir. Bundan sonra ne zaman Hz. Peygamber'e (s.a)
cenaze namazı kıldırması teklif edilse, ilk önce ölen adamın durumunu
araştırırdı. Onun kötü bir insan olduğunu öğrenirse, ölenin ailesine: "Onu
istediğiniz gibi gömebilirsiniz" derdi.
89. "... artık onlar
anlamazlar" Çünkü onlardan cihada çıkmaları istendiğinde, sağlıklı,
bedenen sağlam, zengin olmalarına ve İslam'ı
90. Burada
"Bedevi" ifadesi ile Medine yakınındaki çölde yaşayan Araplar
kastedilmektedir.
91. Münafık olarak İslam'ı
92. Bu, hastalık, sakatlık
veya fakirlik nedeniyle özürleri
Görünüşte aynı olmasına
rağmen her olay ve her durum farklı bir hüküm gerektirir. Mesela, cihaddan bir
önceki gün hasta olan iki adamı ele alalım. Birisi tam zamanında hastalandığı
için şansına sevinir ve şöyle der: "Ne kadar şanslıyım, tam zamanında
hasta oldum. Aksi takdirde bu cihad belasından kurtulamaz ve gitmek zorunda
kalırdım." Diğeri ise tam aksine bu zamansız hastalığına üzülür ve kendi
kendine şöyle der: "Ne kötü şans! Tam yatakta yatmak yerine savaş
meydanında olabileceğim bir sırada bu hastalık beni yakaladı." Birincisi
ise sadece kendi hastalığını cihaddan geri kalmak için bahane olarak kullanmakla
kalmaz, aynı zamanda başkalarını da savaştan vazgeçirmeye çalışır. Tam aksine
diğeri ise yatağında yattığı halde akrabalarını, arkadaşlarını ve başkalarını
cihada gitmeye teşvik eder, hatta kendisine bakmak üzere savaştan geri
kalanlara şöyle der: "Beni Rabbime bırakın ve cihada gidin. Nasılsa bana
bir bakan olur. Bunun için benim yüzümden bu değerli fırsatı kaçırmayın ve
gidin ve Hak Dine yardım edin." Fakat evde kalan diğer hasta tüm zamanını
hoşnutsuzluk ve kötü haberler yayarak, savaş çabalarını baltalayarak ve
savaşçıların ailelerinin işlerini engelleyerek geçirir. Aynı şartlarda olan
diğer adam ise gerideki cepheyi elinden geldiğince sağlamlaştırıp güçlendirmeye
çalışır. Gerçi bu iki adamın da savaştan geri kalma sebepleri aynıdır, ama bu
ikisi Allah katında eşit işlem göremez. Sadece ikinci adam Allah'tan bağışlanma
umabilir, savaştan geri kalmak için haklı sebebi olmasına rağmen hain ve
Allah'a asi olan birinci adam deği1.
93. Böyle, cihada katılmak
için büyük bir istek duyan, fakat gerçekten ciddi bir özür nedeniyle
katılamayan kimseleri, Allah bedenen katılmasalar ve uygulamada bir şey
yapmamış olsalar da savaşa katılanlar arasında sayacaktır. Çünkü onlar kendi
hataları olmaksızın cihaddan geri kalışlarına, bir adamın bir işi veya yüksek
bir kârı kaçırdığı zaman nasıl üzülürse öyle üzülürler. Allah böyle bir kimseyi
görevde sayar, çünkü o ciddi bir özür nedeniyle aktif bir hizmet yapmasa da
kalbi Allah yoluna hizmet etmekle meşguldür. Hz. Peygamber'de (s.a) Tebûk'ten
dönüşte aynı noktayı vurgulamıştır: "Hastalıklarından dolayı Medine'de
kalan öyle adamlar vardır ki, her yürüyüşünüzde ve her vadiyi geçişinizde
sizinle beraberdirler." (Müttefekun aleyh) Doğal olarak çevresindeki
sahabeler buna şaşırdılar ve "Medine'de kaldıkları halde mi?" diye
sordular. Peygamber (s.a) şu cevabı verdi: "Evet, Medine'de kaldıkları
halde. Çünkü şartlar onları Medine' de kalmaya zorladı, aksi takdirde sizinle
birlikte olurlardı."
94. Arapça "" ve
""" kelimeleri aynı köktendir, fakat kullandıkları iki ayrı
cümlede farklı anlamlara gelmektedir. Birinci cümlede şu anlama gelir:
"... onlardan vazgeçmen, onları affedip hesaba çekmemen için..."
ikinci cümlede ise şu anlama gelir: "... o halde onlardan yüz çevir,
onlarla tüm bağlarını kes ve onlarla sizin aranızda artık hiçbir bağ yokmuş
gibi onlarla hiç ilgilenme."
95. 90. açıklama notunda
da belirtildiği gibi burada "Bedevi" Medine'nin hemen dışında yaşayan
çöl Arapları anlamında kullanılmaktadır.
Bu ayetin anlaşılabilmesi
için şu arka-plan gözönünde bulundurulmalıdır: Bu insanlar dış görünüş
itibarıyla İslam'ı
Fakat İslam devletinin gücü
Hicaz ve Necd'in büyük bir bölümüne yayıldığında ve düşman kabilelerin güçleri
zayıflamaya başladığında İslam'a girmenin uygun olacağını düşündüler. Fakat
içlerinde Doğru Yol olduğuna kani olup da İslam'ı samimiyetle
Bu ayette, Bedevilerin
yukarıda değinilen zihni ve ahlaki durumları şöyle anlatılmaktadır: "Bu
bedeviler, şehirli Araplardan daha ikiyüzlü ve Hakkı inkarda daha inatçı, daha
dikbaşlıdırlar. Çünkü şehirliler bilgili ve hikmet sahibi insanlarla tanışma ve
böylece doğru yolun kanun ve talimatlarını öğrenme imkanına sahiptirler. Diğer
taraftan bedeviler ise Hak din hakkında az bilgi edinebilirler, çünkü öğrenmek
için çok az fırsatları olur. Bunun yanısıra bedeviler, ahlaki ve ruhi değerleri
olan insanlar gibi yaşamazlar ve hayatlarını "ekonomik hayvan" olarak
devam ettirirler. Bu nedenle hayvansal dürtülerinin ötesinde daha yüce bir
duygu ve düşünceleri yoktur.
Bu ayetlerin (97-99)
indirilişinden iki yıl sonra Hz. Ebu Bekir'in (r.a) hilafeti zamanında çıkan
isyan ve irtidat hareketinin en önemli nedeni, bedevilerin yine burada adı
geçen özellikleriydi.
96. Bu demektir ki,
"Zekat ödemesini", bir cereme ve misafirperverliğe karşılık yapılan
harcama, bir İslami vazife, bir para cezası yükümlülükleri olarak
görmekteydiler. Yine bunun gibi şayet "Cihad" için yardımda bulunmak
mecburiyetinde kalmışlarsa bunu samimi olarak maddi katkıda bulunmakla Allah'ın
rızasını kazanarak O'nu memnun etmek için değil, İslam devletine karşı güya
besledikleri sadakatleri göstermek adına yapmış oluyorlardı.
97. Nifaklarını gizleme
sanatında öyle ustalaşmışlardı ki, insan tabiatına nüfuz edici çok kuvvetli bir
feraset ve keskin görüşe sahip olmasına rağmen Hz. Peygamber (s.a) bile onların
bu özelliğini farkedememişti, bundan dolayı Allah, Rasulünü münafıklar
hususunda uyarmıştır.
98. Bu çifte cezalandırma;
münafıkların dünyalık avantajlarının kaybı ve onların muhalefetlerine rağmen
İslami Tebliğ'in zaferi olacaktır. Bu, şu demektir: Cezanın biri, onun için
sahtekarlıklar yaptıkları, münafıkça tavırlar benimsedikleri dünyalık
menfaatlerini kaybetmeleri olacak ve servet, şeref ve prestij kazanma yerine,
aşağılanmaya ve tümüyle kayba uğrayacaklardır. Onları ikinci cezalandırma ise,
mağlup edip bozguna uğratmak için bütün güçleriyle entrika ve suikastlar
düzenledikleri, İslami Tebliğin zafere ulaşması şeklinde olacaktı. Fakat,
onların bütün kötü temennileri ve delice gayretlerine rağmen İslam Daveti
muzaffer çıkacak ve onlar da buna çaresizlik içinde bizzat şahit olacaklardır.
99. Bu paragrafta,
yalandan inananlar ile gerçekten inananlar arasına açık bir sınır çizilmiş ve
münafıklara karşı gösterilmesi gereken muameleler ve takınılması gereken tavır
konusunda bazı talimatlar verilmiştir. Binaenaleyh birisi kalkar da hem
müslüman olduğunu iddia eder ve hem de kendisini içtenlikle, Allah'a, O'nun
Yoluna ve İslam toplumuna adamazsa, bu duruma birkaç şekilde yaklaşılır: Eğer
hal ve hareketinden, samimi olmadığı açıkça anlaşılıyorsa veya Allah yolunda
hiçbir infakta bulunmuyorsa, derhal sert karşılık görmeli, öldüğü zaman da
namazını kılmamalı ve hatta Allah'tan onun için mağfiret dilenmemelidir. Bunun
aksine,
Münafık olsun veya olmasın,
samimiyetsiz bir tavrından suçlu görülen bir kimsenin yargılanacağı kıstasa
gelince, aşağıda üç hususta buna işaret edilmektedir:
1)
Samimi bir müslüman kabahati hususunda herhangi bir uydurma mazeret, boş
izahlar ve sathi yorumlar aramaksızın suçunu itiraf edecektir.
2) Onun,
alışkanlıkları sonucu mu yoksa gafilliğinden dolayı boş bir anında kışkırtma
neticesinde mi o günahı işlediği daha önceki davranışlar gözönünde tutularak
kararlaştırılacaktır.
3)
Yaptığı itirafın sadece laftan ibaret mi, değil mi, kalbinde gerçekten bir
değişiklik olmuş mu, olmamış mı görmek için, o kişinin bundan sonraki
davranışları da gözlemlenir. Şayet işlediği günahtan dolayı samimi olarak
pişmanlık duyuyorsa ve onu telafi etme arzusunda ise ve bütün davranışları da
kendisini günah işlemeye sevk
Bu bölümün nazil olmasına
sebep olan olay, meseleyi oldukça net bir şekilde açıklar. Muhaddisler bu
ayetlerin Ebu Lubabe b. Abdul Menzer ve arkadaşları hakkında nazil olduğu
konusunda bazı nakillerde bulunurlar. Hz. Ebu Lubabe, Hz. Peygamber'in (s.a)
hicretinden önce Akabe biatı sırasında İslam'ı
İyice düşünüldüğünde,
insanda bulunan herhangi bir zayıflığın affedilebileceği anlaşılır. Bu
insanların hepsi suç ve günah işlemeyi alışkanlık haline getirmiş azılılar
değillerdi. Onların geçmişteki bütün davranışları birer samimi müslüman
olduklarına şahitlik etmektedir. Hiçbirisi kendilerini mazur göstermek için
yalan mazeretler ileri sürme yoluna gitmemiş, bilakis kabahatlerini itiraf
etmişlerdi. Bütün servetlerini keffaret olarak da vermek istemeleri,
davranışlarından dolayı gerçekten üzüldüklerini ve günahlarını telafi etmek
istediklerini ispat etmektedir.
Bu hususta ilgili
ayetlerden, ayrıca önemli başka bir dersin daha alınması lazımdır. Bir kimsenin
işlediği günahına karşılık keffaret olarak vereceğini
100. Herşey hakkında
mutlak hüküm sahibi olan ve kendisinde hiçbir şeyin gizli kalamadığı
"Allah'a, en sonunda döneceksiniz..." Binaenaleyh bir kimse, bu
dünyada iken münafıklığını gizlemeyi başarabilse, veya insanlar tarafından
imanlı ve samimi olduğuna hükmedilebilse bile, bu o kimseyi ahirette münafıklar
için hazırlanan azaptan kurtaramaz.
101. Günahkar mı yoksa
münafık mı oldukları hususunda yasal olarak herhangi bir karara varılamadığı
için bu insanların durumlarından bahsediliyor. Yoksa, bu kişilerin durumlarının
Allah'ın nazarında şüpheli olduğundan falan deği1. Bu açıktır. Bunun böyle
oluşu, onların bu hastalıklarının belirtilerinin sözkonusu iki yoldan
(hak-batıl) hangisinde olduklarını açıkça gösterecek şekide şimdiye kadar henüz
su yüzüne çıkmamış olmasındandır. İslam, müslümanlara zanna değil bilinçli
muhakemeye dayalı kesin bilgilere sahip olmadan hiçbir kimse veya grubu hemen
yargılamamayı öğretmektedir.
102. "...Allah ve
Rasulü ile savaşmış olan..." Medine'de Hazreç kabilesine mensup Ebu
Amir'dir. O Hz. Peygamber'in (s.a) hicretinden önce "cahiliye"
döneminde Hıristiyan bir rahip olmuştu. Kutsal metinler hakkındaki bilgisinden
dolayı meşhur bir alim ve dindar bir rahip olarak çok saygı görüyordu. Fakat
alim olması ve zahitliği onu gerçeğe götüreceği yerde bilakis buna engel
olmaktaydı. Bundan dolayı, İslam'ı sadece inkar etmekle kalmayıp aynı zamanda
Hz. Peygamber (s.a) ve O'nun davetinin amansız düşmanı idiydi de. Zira o, Hz.
Peygamber'i (s.a) papazlığın "mukaddes vazifesi"ne rakip olarak
görüyordu. Kureyş'in gücünün Hz. Peygamber (s.a) ve davetini ezip yok etmeye
kafi geleceği ümidi ile Ebu Amir önceleri Hz. Peygamber'i önemsemedi. Fakat
Kureyş ordusunun Bedir harbinde tam bir hezimete uğradığını gördüğü zaman artık
daha fazla bu hareketi görmezlikten gelemezdi. Bundan dolayı da İslami harekete
karşı şiddetli bir fesat kampanyası başlattı.
Böylece Medine'den
ayrılarak, İslam'a karşı teşvik ve tahriklerde bulunmak üzere çeşitli
kabileleri ziyaret etti. Uhud savaşının meydana gelmesine sebep olan kişilerden
birisi de bu Ebu Amir'dir.Uhud savaşının yapıldığı yerde bazı çukurlar
kazdırdığı ve Hz. Peygamber'in (s.a) bu çukurlardan birinin içine düşüp
yaralandığı da rivayet edilir. Daha sonra Ahzap savaşında Medine'yi işgal
etmeye gelen orduların teşkilatlandırılmasında da önemli bir rol oynamıştır.
Ayrıca, bu Hıristiyan rahip Huneyn harbine kadar meydana gelen bütün
savaşlarda, İslam'a karşı müşriklere destek sağlamada aktif olarak faaliyette
bulunmuştu. En sonunda Arabistan'da, İslam'ın hamlesini durdurulabilecek hiçbir
güç kalmadığını anlayınca Arabistan yarımadasını terketti ve Medine'den
yükselmekte olan "tehlike" konusunda Roma Kayser'ini uyarmaya gitti.
Roma Kayser'inin, Hz. Peygamber'in (s.a) Tebûk seferine mukabil Arabistan'ı
istila etmek için hazırlıklara başlaması, Ebu Amir'in gösterdiği çabaların bir
sonucudur.
Şimdi, Hakk Davet'e zarar
vermek üzere inşa edilmiş olan "caminin" yapılmasının gerisinde yatan
gerçeği bir düşünelim: Medine'de bulunan münafıkların bir bölümü İslam'a karşı
çirkin faaliyetlerin hepsinde Ebu Amir'le yakından işbirliği yapmışlardı. Ayrıca,
Roma Kayser'i ve diğer Kuzey Arabistan Hıristiyan devletlerinden askeri yardım
koparılması için "manevi" nüfuzunu kullanması hususunda da onunla
anlaşmışlardı. Binaenaleyh Ebu Amir, Arabistan'a saldırması konusunda Kayser'i
ikna etmeye gitmeye hazırlandığı sırada, onlarda kendilerini ayrı bir hizip
olarak örgütleyebilmeleri için emin bir toplanma yeri olarak işlev görecek bir
"cami" yapma planı tasarladılar. Çünkü bu sayede, din maskesi altında
şeytanca faaliyetler yürüttüklerini kimse farketmeyecekti. Ayrıca, bu mescid
Ebu Amir'in ajanlarının yolcu ve dilenci gibi gözükerek hiçbir şüphe
uyandırmadan kalabilecekleri bir karargah olarak da hizmet görecekti.
Aslında, biri Kuba'daki
Kuba Mescidi ve diğeri Mescid'i Nebevi olmak üzere Medine'de halen iki cami
zaten bulunmaktaydı. Şehirde üçüncü bir camiye ihtiyaç olmadığı gün gibi
aşikardı. Bunu münafıkların kendileri de biliyorlardı, bundan dolayı üçüncü bir
camiye ihtiyaç olduğunu göstermek üzere bir takım "nedenler"
uydurmaya başladılar. Bu maksada binaen, Hz. Peygamber'e (s.a) gittiler ve
"Bu bölgenin halkı ve bilhassa yaşlı, hasta, sakat olanlarımız için, kış
mevsimi ve yağmurlu havalarda bu iki mescidden birisine, günde beş defa gidip
gelmelerinin çok zor olduğu için bir başka mescide ihtiyacımız vardır. Bundan
dolayı, Kuba Mescidi ve Mescid'i Nebevi'den uzak bir mahallede oturan ve
namazlarını cemaatle kılmak isteyen bu kimselere yeni bir mescid yapmayı arzu
ediyoruz" dediler.
Böylece bu fitne-fesat
odakları, güya temiz niyetlerinden kaynaklanan sözkonusu istekleri neticesinde
yeni bir cami yaptılar. Daha sonra Hz. Peygamber'e (s.a) gelerek
"Efendimiz, yeni mescidimize gelmenizi ve açılış merasimi olarak ilk
cemaatle namazı sizin kıldırmanızı rica ediyoruz" dediler. Fakat
Rasulullah (s.a) "Şu an, Tebûk'e yapılacak sefer hazırlıklarıyla meşgulüm.
Konuyu sefer dönüşünde düşünürüm" diyerek teklifin yerine getirilmesini
bir süre erteletti. Daha sonra Hz. Peygamber (s.a) Tebûk'e sefere çıkınca bu
münafıklar da, haince seri faaliyetlerine başladılar. Bu yeni mescidle
kendilerini teşkilatlandırmaya ve İslam'a karşı komplolar düzenlemeye devam
ettiler. Hararetle bekledikleri müslümanların yenildiği ve Romalıların onları
bütünüyle imha ettikleri haberini alır-almaz Abdullah b. Ubey'i kendilerine
kral yapmayı kararlaştırdılar. Fakat Tebûk'te olanlar ise bunların bütün
umutlarını boşa çıkarmıştı. Daha sonra seferden dönüş esnasında, Medine'ye
yakın Zi-Evan denilen yerde bu ayetin inmesiyle Hazreti Peygamber (s.a) şehire
girmeden önce bu "mescidi" yerle bir etmek üzere birkaç kişiyi
bulunduğu mahalle gönderdi.
103. Bu teşbihin anlamını
bütünüyle kavrayabilmek için önce, Arapça " " kelimesinin anlamı
üzerinde bir düşünmemiz gerekir. Bu kelime dere kenarında suyun, yanlarının
dibini aşındırıp altını oyarak üst yüzünü desteksiz bırakması olayıdır. Öyle ki
bu toprak parçası her an çöküp yıkılmaya hazır vaziyettedir. Bu çok manalı
teşbihte, müşrikçe bir temele oturtulan hayat tarzı da işte böyle dibi oyulmuş,
her türlü dayanaktan yoksun bir toprak parçası üzerine inşa edilen binaya
benzetilmiştir. "Normal, sıradan bir toprak parçası işte" diyerek
böyle bir yere bina yapmaya kalkan cahil kimsenin, binasını kaybetmekle
kalmayıp, canını da kaybedeceği açıktır. Zira, üzerine ev inşa ettiği arazi her
türlü sağlam temel ve destekten mahrum olduğu için bina kaçınılmaz olarak
dereye çökecektir. Tıpkı bunun gibi, hayat sisteminin binasını, insan hayatının
yegane sağlam temeli olan Allah korkusu ve rızası gözönünde bulundurmaksızın
geçici dünyalıklar üstüne oturtan kimse, dibini suyun oyduğu, her an yıkılmaya
hazır toprak parçası üzerinde evini yapan adama benzer. Zira böyle bir insan,
işlediği yanlış yoldaki fiilleriyle hayat binasının temelini bizzat kendisi
oymaktadır. Allah korkusu ve rızası gibi sağlam granit bir zeminden yoksun olacağı
için, bina kaçınılmaz olarak yıkılacaktır. Böylece, hayatını inşa ettiği zemin
günün birinde, hayatı boyunca kazandıklarıyle birlikte Cehennem çukuruna kayıp
yuvarlanacaktır.
104. "Doğru Yol"
(Sıratu'l-Mustakim) ancak gerçek felaha götürür.
105. Yani, tebliğini
yaymak için adına mescidler yapılan hakiki İslam'a zarar vermek niyetiyle bir
"mescid" inşa ederek, en iğrenç günahı işlemekle bu münafıklar,
kalblerini imanı algılayıp
106. Bu ayette, Allah ile
kulları arasındaki ilişkinin doğasını belirleyen İslam inancı görüşü, bunu bir
"mukavele" olarak tanımlamaktadır. Bu keyfiyet, inancın, sadece
metafizik bir kavram olmayıp, aslında, hayatlarını ve mallarını Allah'a satmak
karşılığında, ölüm sonrası hayatta da Allah'ın kendisine Cennet vereceği
vaadini
Herşeyden önce, şu hususa
dikkat etmeliyiz ki, kulun hayatını ve sahip olduğu herşeyi, gerçekten Allah'a
satması diye bir şey sözkonusu değildir. Çünkü insanın hayatının ve sahip
olduğu herşeyin gerçek malik'i zaten Allah'tır. Bunlara sahip olma hakkı,
insanın sahip olduğu ve kullandığı herşeyin yaratıcısı olan sadece Allah'ındır.
Binaenaleyh dünyevi anlamda birşeyin satımı ya da alımı, katiyyetle sözkonusu
değildir, zira insanın satabileceği kendisinin hiçbir mülkü yoktur ve herşey
zaten evvelemirde O'na ait olması hasebiyle Allah'ın da satın alacağı hiç
birşey yoktur. Bununla birlikte Allah'ın insana kullanma yetkisi verdiği bir
irade ve seçme, hürriyeti (free will and freedom of choıce) vardır ve sözkonusu
mukavele de buna dairdir.
Elbette kuldaki bu
hürriyet, insanın kendi hayatı ve mallarına mutlak sahiplik hakkı konusundaki
gerçek konumunda herhangi bir değişiklik getirmez. Onlar Allah'ındır. Onlara
ise, sadece kendinden herhangi bir zorlama ve cebir olmadan, bunları istediği
yönde iyiye ya da kötüye kullanma selahiyeti vermiştir. Bu da insana, hayatı ve
elinin altında bulunan herşeyin gerçek sahibinin Allah olduğunu itiraf etmesi
ya da etmemesi hürriyetinin tanındığını ifade eder. 111. ayette geçen
"mukavele" (alışveriş) bu hürriyeti gönüllü olarak, Allah'ın
iradesine bırakmak, ona havale etmekle ilgilidir. Başka türlü ifade etmek
gerekirse, Allah insanı ona verilen bu özgürlüğüne karşılık, hayatı ve sahip
oldukları üzerinde Malik-ul-Mülk olarak Allah'ı tanıyor ve kendisini de bunları
sadece bir emanetçisi olarak mı görüyor, yoksa sanki bunların sahibi o imiş
gibi mi davranıyor diye imtihan etmek ister.
Bu vechile, Allah'ın
indinde bu mukavelenin (alışveriş) şartları şunlardır: "
Bu mukaveleyi yapmanın
sonuçları şunlardır:
1) Allah
bu konuda insanı iki zor imtihana tabi tutmuştur: Birincisi, insanın kendisine
verilen seçme hürriyetine rağmen, hakiki el-Malik'i sahib olarak tanıyor mu?
Yoksa, bunu reddederek nankör, hain ve asi mi oluyor? İkincisi ise, Allah'a tam
olarak güveniyor mu, güvenmiyor mu? Cüz-i iradesini, O'nun iradesine teslim
ediyor mu, etmiyor mu? İki alemin kıyası, "eldeki bir kuş, çalılıktaki iki
kuştan değerlidir" halk deyişine teşbih edilirse de öteki alemde sonsuz
bir saadet ve cennetler müjdesine karşılık, halihazırdaki bu dünyada
arzularını, emellerini ve tutkularını feda edebiliyor mu, edemiyor mu bunun
imtihanıdır.
2) Bu
mesele, İslam hukuku ile, Cenabı Allah'ın ahirette, bir kimseyi ona göre
yargılayacağı daha yüce ve manevi inanç telakkisi arasında net bir sınır
çizgisi çizilmesine yardım eder.
İmanın
yasal (şer'i) tanımına göre, imanın esaslarını yalnızca söz ile ikrar etmesi
bir kimsenin yasal olarak müslüman olmasına yeter sebeptir. Bundan sonra, bu
kişinin ikrarının sahte olduğunu gösteren kesin ve açık bir delil olmadıkça bu
şahsın kafir olduğu ve İslam toplumu dışına atılması gerektiği hususunda karar
vermeye hiç bir üst merci yetkili değildir. Fakat Allah katında durum böyle
değildir: Allah ancak öyle kimsenin imanını doğru olarak
3)
Yukarıda anlatıldığı şekliyle gerçek İslami anlayış, müslümanın hayata karşı
tutumu ile kafirinkini birbirinden ayıran net bir çizgi çekmektedir. Müslüman,
samimiyetle Allah'a inanan, kendisini Allah'ın iradesine teslim
4)
Ayrıca iyi anlaşılmalıdır ki, insanın kendisini teslim etmesi istenilen
Allah'ın iradesi, bizzat Allah'ın kendisinin belirttiği ve bildirdiği
iradesidir, yoksa insanın kendisinin uydurduğu Tanrı iradesi deği1. Bu durumda
o kişi Allah'ın iradesine değil, bilakis kendi iradesine uymaktadır ki, bu da
tamamıyla mukavelenin şartlarına aykırıdır. Sadece, O'nun Kitabı'nın ve
peygamberinin öğretilerine uygun tutum ve tavır benimseyen kimse ya da
topluluk, mukavelenin şartlarını yerine getirmiş sayılacaktır.
Yukarıdaki mukavelenin
açıklamalarından, Allah'ın şartlarının yerine getirilmesini, niçin bu dünya
hayatının son bulmasından sonraki öteki aleme bıraktığı hususu da açıklık
kazanmaktadır. Aşikardır ki, cennet sadece satıcının canını ve malını Allah'a
satması işinin karşılığı değil, "aksine bu şeylerin ve tasarruflarının,
Allah'ın bir vekili" olarak O'nun iradesine teslim etmesi"nin
karşılığı olacaktır. Şu halde, bu mukavele, ancak satıcının hayatı son
bulduktan ve pazarlığı yaptıktan sonra son nefesine kadar anlaşmanın şartlarını
yerine getirdiği de ispatlandıktan sonra ikmal edilmiş olacaktır. İşte sadece bu
andan itibaren, mukavelenin şartlarına mutabık olarak o, mükafatlandırılmaya
layık görülecektir.
Ayrıca bu hususun içinde
yer aldığı siyak ve sibakı da anlamamız çok iyi olacaktır. Bir önceki bölümde,
iman konusundaki imtihanı kaybeden ve iş güçlerine rağmen, cahillikleri
yüzünden veya samimiyetsiz oluşlarından veyahut da tamamıyla nifaklarından
dolayı, Allah ve dini için, zamanlarından, pazarlarından, hayatlarından ve
arzularından hiçbir fedakarlıkta bulunmayan insanların zikri geçmiştir. Bu
yüzden, değişik kişi ve kesimlerin tutum ve tavırları tenkit edildikten sonra,
107. Bazı münekkitler
ayette geçen "... bu vaad, Tevrat'ta ve İncil'de muhtevidir..." ifadesinin
adı geçen bu kitaplarca doğrulanmadığını söylerler. İncil'le ilgili itirazları,
bugünkü mevcut İncillere göre bile açıkça ters düşmektedir. Hz. İsa'nın, bu
niyeti tasdikleyen sözleri vardır. Örneğin:
"Ne mutlu, doğruluk ve
salah uğruna eziyet edilenlere, çünkü cennet onlarındır." (Matta, 5: 10)
"Hayatını bulan onu
kaybedecektir ve benim uğruma hayatını kaybeden de onu bulacaktır."
(Matta, 10, 39)
"Ve, benim adım uğruna
evlerini veya kardeşlerini veya kızkardeşlerini veya babalarını veya analarını
veya çocuklarını veyahut topraklarını terk
Mamafih, eldeki mevcud
Tevrat'ın bütünlüğü içerisinde bu mukavele meselesini tasdik bir durum
görülmediği doğrudur. Fakat, örneğin, pazarlığın ilk kısmı, şöyle ya da böyle
bazı yerlerde zikredilmektedir:
"...Seni satın alan babanız o değil mi? Seni yaratan, pekiştiren o
değil mi?..." (Tesniye, 32: 6)
"Dinle, ey İsrail!
Tanrımız olan Rab, bir olan Rabdir. Tanrın olan Rabbi bütün yüreğinle ve bütün
canınla ve bütün kuvvetinle seveceksin." (Tesniye, 6: 4-5)
Fakat
"pazarlığın" diğer bölümüne gelince, yani "cennetler
vaadi"ni Filistin topraklarına hamletmişlerdir.
"Dinle, ey İsrail! Ve
onu yapmaya özen göster, ta ki
Çünkü bu, ahiret ve hesap
gününe iman Hak yolun ayrılmaz bir parçası olmasını rağmen Tevrat'ın, ölümden
sonraki hayat, hesap günü, mükafat ve cezalar konusunda herhangi bir esas
zikretmemesinden dolayıdır. Fakat yine de, orjinalinde Tevrat'ın böyle bir
inancı ihtiva etmediği anlamına gelmez. Hakikat şu ki, dejenerasyon
dönemlerinde yahudiler, o kadar maddeci olmuşlardı ki, bu dünyadaki refah ve
servetten başka Allah'tan herhangi bir mükafatın gelebileceğini düşünemez hale
gelmişlerdi. İşte bu yüzden, ibadeti ve itaatine karşılık olarak Allah'ın
insanoğluna vermeyi taahhüt ettiği sözlerin hepsini aslından saptırmışlar ve
bunları Filistin topraklarına hamletmişlerdir.
Bu çerçevede ayrıca
unutulmamalıdır ki, orijinal Tevrat nüshasının birçok şekilde değişikliklere
uğramış olması, yukarıda bahsedilen tahriflerin mümkün olduğunu göstermektedir.
Ondan bazı bölümler çıkartılmış ve aslında olmayan bazı bölümlerde ona ilave
edilmiştir. Böylece, şimdiki bu haliyle Tevrat,
108. Arapça bir kelime
olan " ", "tövbe edenler" anlamına gelir. Fakat burada
geçtiği şekilde, "Sürekli bir özellik olarak pişmanlık duymaya sahip
olanlar" anlamına gelir. Yani tekrar tekrar tövbeden geçerler. Ayrıca
"tevbe" kelimesinin lugat manası "dönmek, yönelmek" veya
"geriye dönmek" demektir. Buna göre, bu kelimenin tercümesi şöyle
olur: "...Tekrar tekrar Allah'a dönen kimseler..." Bu hal, gerçek bir
mü'minin en başta gelen özelliğidir. Zira bir mü'min bile, canını, malını
Allah'a sattığı hususunda yaptığı pazarlığı bazen unutabilme istidadındadır.
Çünkü bu duyu organlarıyla alakalı olmadığı, aksine onun aklı ve kalbi ile
ilgili olduğu için bunların, gerçekte kendisinin değil bilakis Allah'a ait
olduğunu her an unutabilir. Yani, bu yüzden, hakiki bir mü'min bile bazen "pazarlığı"
unutabilmekte ve sanki bunların sahibi kendisi imiş gibi davranabilmektedir.
Fakat bu, bir anlık dalgınlığını ve yaptığı anlaşmanın şartlarını ihlal etmekte
olduğunu farkeder etmez bu davranışından dolayı hemen pişmanlık duyar ve bundan
utanır, Allah'a dönerek O'nun affını talep eder, yaptığı mukaveleyi yeniler ve
her bir azgınlığının ayağını kaydırmasından sonra da, O'na bağlılığı hususunda
şerefi üzerine and içer, söz verir. Bu şekilde bir pişmanlık ve nedamet duygusu
bile tek başına, insanın sahip olduğu imana her zaman döneceğinin bir
teminatıdır. Yoksa fıtratından kaynaklanan zaafından dolayı kişinin, hiç hata
yapmadan ve ihmal tuzağına düşmeksizin bu mukavelenin şartlarını tam tamına ve
hissederek yerine getirmesi mümkün değildir. İşte bu nedenledir ki gerçek
mü'mini överken Allah'ın "...tekrar tekrar Allah'a döner..." diye
buyurmakta ve tam tersine "Allah'a itaat ve kulluk hususunda mukavelesini
yaptıktan sonra asla hataya düşmez" dememektedir.
Bu da, insanın
başarabileceği en yüce mükemmelliktir. Şimdi bu karakterin, gerçek mü'minlere
ait özellikler listesinin en başında yer almasının hikmeti üzerinde biraz
düşünelim: Bu, imanı ikrardan sonra suç işleyenleri ikaz etmek içindir. 111.
ayette gerçekten inananların, canlarını ve mallarını Allah'a satanlar oldukları
söylenebilmişti. Bundan sonra da onları
109. Bazı müfessirler
"" ibaresinin "...oruç tutanlar" anlamına geldiği
görüşündedirler. Bu, kelimenin lugat manası değildir, aksine Hz. Peygamber'e
(s.a) isnad edilen sahih olmayan bir rivayete nebnî mecazdır. Bu nedenle, biz
bu hususta kelimenin lugat manasından ayrılmanın gerekmediği kanaatindeyiz.
Yani, bu durumda, "...(O'nun rızası için) yeryüzünde dolaşanlar"
manasına gelir. Çünkü bu kelime burada salt "...yeryüzünde sadece dolaşmak
..." anlamına gelmez, aksine "... İslam'ı yaymak, cihada çıkmak,
kafirlerin iktidarda oldukları yerlerden hicret etmek, insanları ıslah etmek,
gerçek bilgiyi aramak, helalinden geçim sağlamak ve bunlara benzer asil ve yüce
gayeleri tahakkuk ettirmek üzere yeryüzünde dolaşmak, seyahat etmek" gibi
manaları içerir. Mü'minlerin bu karakterinin burada özellikle hatırlatılması,
kendilerinin "mü'min" olduğunu iddia etmelerine rağmen cihada
gitmemiş olanları azarlamak içindir. Onlara hakiki bir mü'minin Allah'ın
kelimesini yükseltmek için beldelere dağılan, inancının gereklerini yerine
getirmek için bütün kuvveti ile çalışan ve yeryüzünde harekete geçmeye
çağrıldığında evine kapanıp geride kalmayan olduğu öğütlenmektedir.
110. Yani, imanın
gerekleri, ibadet, ahlak, toplumsal davranış, kültür, ekonomi, politika, hukuk,
savaş-barış, kısacası bireysel ve toplumsal hayatın bütün yönlerinde
"...Allah'ın belirlediği sınırları titizlikle gözönünde
bulunduran..." veya "... Allah'ın hükümlerini hakkıyla
gözeten..." kimseler demektir. Onlar, arzularını tatmin için ne bu
hudutları aşar ve kendi kafalarından kanunlar uydurur ne de ilahi hukuk yerine
başka sistemleri ikame ederler. Onlar bu hududları korur ve çiğnenmelerine mani
olurlar. Binaenaleyh gerçek mü'minler öyle kimselerdir ki, Allah'ın belirlediği
sınırları sadece yerine getirmekle kalmaz aynı zamanda bütün güç ve
imkanlarıyla bu hududu hakim kılmak ve korumak için ellerinden geleni de
yaparlar.
111. "... müşrikler
için duada bulunmak... yakışık almaz..." ibaresi iki şeye delalet eder.
Birincisi, "biz onları seviyoruz ve onlara yakınlık duyuyoruz."
İkincisi ise, "onların suçlarının bağışlanabilir olduğunu
düşünüyoruz" demektir, sadakati olduğu halde, günahkar olan bir kimse için
böyle şeyler istemekte, dilekte bulunmakta bir beis yoktur. Fakat isyankar olduğu
açıkça belli olan ve bu tutumunu gizleme ihtiyacını duymayan kimseye sevgi
beslemek, ona karşı sempati duymak ve kendi sadakatimizi şüpheye düşürecek bir
yaklaşımla bu kimsenin durumunun affedilebilir bir husus olduğunu düşünmek bir
kere prensip olarak temelden yanlıştır.
Yakın akrabalarımızdan dahi
olsa, "müşrik" kimselerin affedilmeleri için duada bulunursak, bu tip
suçların işlenmesini de teşvik etmiş oluruz. Çünkü bu tutum, akrabalık
bağlarımız, Allah'a karşı beslediğimiz sadakat ve samimiyetten daha değerli ve
üstün
Bu hususta
"müşriklere, sadece imani konularda sempati duyulmasının yasaklandığına
iyice dikkat edilmesi gerekir. İnsani ilişkilere gelince ki bu da, kişinin
kendi akrabasının haklarını gözetmesini, sevgi beslemesini, sempati ve merhamet
hislerini taşımasını ve onlara karşı dostane duygulara sahip olmasını
gerektirir ve bu kesinlikle yasak değildir. Aksine bu tip bir davranış fazilet
sayılır. İster mümin ister kafir olsun bir akrabamıza karşı bütün dünyevi
vazifelerimizi yerine getirmemiz gerekir. Onun derdine ortak olmalı, muhtaç ve
yetim olanlarına destek sağlamalı, hasta ve yaralı olanlarına, müslüman olup
olmadıklarına bakmaksızın olabildiğince yakınlık ve ilgi göstermeliyiz.
112. Buradaki atıf babası
ile olan bütün bağları kopardığı zaman Hz. İbrahim'in söylediği şeylerdir:
"
"Ve sapanlardan olan
babamı da bağışla.
"... Senin için
bağışlamayı dileyeceğim,fakat Allah'tan gelecek herhangi birşeyden seni
kurtarmaya gücüm yetmez." (Mümtahine:4)
İlgili ayetlerde Hz.
İbrahim'in (a.s) babasının affedilmesi için kullandığı ifade ve tonun bile çok
ihtiyatla seçilmiş olduğuna dikkat edilmelidir. Fakat Hz. İbrahim (a.s),
kendisi için duada bulunduğu ve yargılanmasını istediği şahsın, açıkça Allah'a
karşı gelmiş bir asi ve O'nun Yolu'nun amansız bir düşmanı olduğunu farkedince
artık onun hakkında ihtiyatlı bir üslupla da olsa dua etmekten bizzat kaçınmış
ve Allah'tan ona gelecek herhangi bir şeyi önleme gücüne sahip olmadığını açık
ifadelerle ilan etmiştir. (Hatta bu kimse, kendisini sevgi ve ihtimamla
besleyip büyüten babası dahi olsa bu durum değişmedi.)
113. Kur'an-Kerim'in, Hz.
İbrahim (a.s) hakkında kullandığı "" ve "" kelimelerinin,
çok geniş manaları vardır. "Evvah" yufka yürekli, ince ve yumuşak
kalbli, alçak gönüllü, hüzünden müteessir ve Allah korkusundan kalbi ürperti
içinde olan kimse demektir. "Halim" ise, çeşitli şartlarda kendine
hakim olan, hiddetli ve düşmanlık anında kendini kaybetmeyen ve muhabbetinde,
dostluk ve ilişkilerinde itidali koruyan kimsedir. Kelimelerin her ikisi de
burada, en geniş anlamlarında kullanılmıştır. Hazreti İbrahim (a.s), Cehennem
ateşinde yanacak olan babasına karşı son derece merhametli ve saygılı olması
nedeniyle onun için duada bulundu. Kendisine hakim ve ihtiyatlı bir yapıya
sahip olduğundan, kendini İslam Yolu'ndan uzaklaştırmak için gaddarca zulmeden
babasına bile dua etmiştir. Kısaca, o Allah'tan gerçekten korkardı ve babası
için bile olsa sınırları aşmayı bile düşünmedi ve babasının bir Allah düşmanı
olduğunu anladığı anda da onunla olan bütün ilişkilerini kesti.
114. Şu, şu düşüncelerden,
fiillerden ve yollardan uzak durmaları için önceden yapmamaları gerekenleri,
"Allah, onlara açıklar". Fakat yine de buna aldırmaz ve batıl düşünce
ve eylemlerinde ısrar ederlerse, o taktirde Allah, Hidayeti'ni onlardan esirger
ve izlemeye karar verdikleri batıl yolda yürümelerine mani olmaz.
Bu, Allah'ın Kur'an-ı
Kerim'in çeşitli bölümlerinde, hidayeti kendi zatına, dalaleti de insanlara
nisbet
Burada bu hususun geçtiği
sözün gelişi mucibince bu durumun burada da açıklanışı, daha önce geçen
paragrafta bahsi geçen kimseleri uyarma, daha sonraki bölümde de zikredilecek
onlanları da tanıtma anlamına gelir.
115. Gösterdikleri üstün
hizmet nedeniyle Allah, Tebûk Seferi ile alakalı olarak Hz. Peygamber'i ve
ashabını, dikkatsizliklerinden kaynaklanan yanlışlarından dolayı affetti. Hz.
Peygamber'in (s.a) hatası, cihada katılabilecek durumda oldukları halde, bazı
kimselerin geride kalmalarına müsaade etmiş olmasıydı. (Ayet: 43)
116. Bu, önceleri öyle
kritik bir anda savaşa gitmeye pek arzulu olmayan fakat daha sonra, kalblerinde
gerçekten imana sahip olmaları ve Hak Yolu sevmeleri nedeniyle bu
zayıflıklarını yenen samimi sahabelere işaret eder.
117. Yani, Allah bir
insanı, bizatihi düzelttiği bir zaafından dolayı cezalandırmadığı için, onların
yanlış eğilimlerini hesaba çekmeyecektir.
118. Geriye kalışlarının
mazeretlerini Hz. Peygamber'e (s.a) arzetmek üzere gelenler arasında bu üç kişi
de bulunuyordu. Onların seksenden fazlasını Hz. Peygamber'e yalan mazeret beyan
Bu konuda, sözkonusu üç
kişinin halinin, 99. açıklama notunda geçen yedi insanın durumundan farklı
olduğu hususu akılda bulundurulmalıdır. Onlar ise, hatalarından dolayı hesaba
çekilmeden önce kendi kendilerini cezaya çarptırmışlardı.
119. Durumları, bu ayeti
kerimede belirtilen üç kişi, Ka'b b. Malik, Hilal b. Umeyye ve Marare b. Ruba'i
idi. Bunlar, daha önce de söylendiği gibi samimi birer mü'min idiler. Bu
hadiseden önce samimiyetlerini ispat edecek birçok delil ortaya koymuşlardı.
Son ikisi Bedir Harbine de katılmışlardı. Dolayısıyla imanları, her türlü
şüpheden uzaktı. Ka'b ise, Bedir savaşına katılmamış olmasına rağmen Hz.
Peygamber'in (s.a) diğer bütün seferlerine iştirak etmiş bulunuyordu. Fakat
yaptıkları tüm bu hizmetlerine rağmen bütün sağlam müslümanların cihada
gitmeleri emredildiği Tebûk Seferi gibi çok kritik bir zamanda göstermiş
oldukları ihmalden dolayı şiddetle cezalandırıldılar.
Tebûk dönüşünde Hz.
Peygamber (s.a) müslümanlara, sefere katılmayanlardan tüm alakalarını
kesmelerini emretti. Hatta o kadar ki müslümanlar bunların selamını bile
almayacaklardı. Bu şekilde devam
Yukarıda zikredilen boykot
hikayesi, bu üç kişiden biri olan Ka'b b. Malik tarafından detaylı olarak
anlatılmıştır. Yaşı ilerleyip gözleri de görmez bir hale geldiğinde, hikayesini
kendisine her yerde eşlik
Hz. Peygamber (s.a) her ne
zaman müslümanları cihada hazırlanmaları için teşvik ettiyse ben de bu hususta
hazırlıklar yapmaya karar verirdim. Fakat eve gittiğimde "Acelesi yok,
hele bir zamanı gelsin, hazırlıklarımı kolayca yapar, yola koyulurum"
diyerek ihmalkarlık yapardım. Bu ihmalcilik durmayıp devam etti. Bu şekilde,
ordu sefere çıkacağı zamana kadar hazırlıkları yine ihmal ettim. Hiçbir
hazırlık yapmadığım halde kendi kendime, "Adam sende, bir iki gün sonra
ben de hazırlanır, onlara yolda yetişirim" dedim. Fakat ihmalkar oluşum
niyetlerimi uygulamaya koymaktan beni yine alıkoydu. Sonunda orduya katılabilmem
için hiçbir fırsat kalmadı. Bedbahtlığıma ilaveten, sefere katılmayıp Medine'de
kalan diğer kimselerin de ya münafık ya da yaşlı veya cihada gitmeleri uygun
olmayan insanlar olduğunu görünce hepten mahvoldum ve bu vicdanımı sürekli
kemirdi durdu.
Her defasında olduğu gibi,
Tebûk seferinden dönüşünde de Hz. Peygamber (s.a), mescidde iki rekat namaz
kıldı. Daha sonra, halkla görüşmek üzere orada oturdu. Önce sayıları, seksen
küsur olan münafıklar huzuruna geldi, ciddi ciddi yeminlerle utanmadan aslı astarı
olmayan uydurma mazeretlerini söylediler. Hz. Peygamber (s.a), onlardan
herbirinin uydurma hikayelerini dinledi, gösterdikleri görünüşteki
mazeretlerini
Ben de kalktım ve kabilemin
mensupları arasındaki yerime oturdum. Hiçbir mazeret ileri sürmediğim için
etrafımdakiler hemen beni dürtmeye ve azarlamaya başladılar. Bu durumda şeytan
bana "git ve yalan mazeretler uydur" diyordu. Fakat benden başka aynı
şeyi söyleyen, Marare b. Rebi ve Hilal b. Ümeyye gibi daha iki iyi kimsenin de
bulunduğunu öğrenince, söylediklerimden dolayı memnun oldum ve doğru ne ise
onda sebat ettim.
Bu olaydan sonra, Hz.
Peygamber (s.a) aynı durumda olan üçümüzle müslümanların konuşmasını yasaklayan
bir emir çıkardı. Diğer iki kişi evlerine kapandıkları halde ben evimden
dışarı çıkar, namazları cemaatle kılar ve çarşı pazarda dolaşırdım. Benimle
hiçbir kimse konuşmadığı için bana hiç tanıdığı olmayan yabancı bir
şehirdeymişim gibi geliyordu. Mescide vardığımda, daha önceleri olduğu gibi
selamımı verir ve Hz. Peygamber'in (s.a) selamımı almasını beyhude yere
beklerdim. Sonra namazı Rasulullah'a (s.a) yakın kılardım ve gizlice onu
gözetlerdim. Namazıma durduğum sıra, bana doğru dönerdi. Fakat ben onun
tarafına bakınca da yüzünü çevirirdi. Bu durum böyle sürüp benim için
dayanılmaz bir hal alınca, bir gün, amcamın oğlu olan ve çocukluktan beri
arkadaşım yeğenim Ebu Katade'yi görmeye gittim. Bahçesinin duvarını tırmanarak
aştım ve selam verdim, fakat vallahi o bile selamımı almadı. Bunun üzerine ben
de:
-Ey Ebu Katade, Allah adına
-Allah ve Rasulü daha iyi
bilir diye cevap verdi. Gözlerim yaşla doldu ve oradan da umutsuzca ayrıldım,
geri döndüm.
O günlerde başka bir hadise
daha olmuştu. Bir keresinde pazardan geçerken bir Suriyeli bana gelerek ipek
içine sarılı bir mektup verdi. Bu mektup Gassan kralından geliyordu ve şöyle
diyordu: "Haber aldığımıza göre senin liderin, bu günlerde
Boykotun kırkıncı günü
falandı, bir gün baktım birisi Hz. Peygamber'den, bundan böyle artık hanımdan
da ayrı kalacağım haberini getirdi. "Onu boşayacak mıyım?" diye
sordum. "Hayır" dedi. "Sadece ayrı duracaksın." Bu haber
üzerine hanıma: "Babanın evine git ve Allah'tan benim hakkımda bir hüküm
gelinceye kadar bekle" dedim.
Nihayet boykotun ellinci
günü sabah namazını kıldıktan sonra, son derece üzgün evimin damında otururken,
tam o sırada "Ka'b ibn Malik, müjde" diye olanca kuvvetiyle bağıran
birisinin sesini işittim. Hemen Allah'ın huzurunda secdeye kapandım. Çünkü
affım için gerekli emrin gelmiş olduğunu anlamıştım. Az sonra, tevbemin
kabulünden dolayı beni tebrik etmek için koşanlarla evimiz dolup taşmaya
başladı. Kalktım ve doğruca mescide gittim. Mutluluktan Hz. Peygamber'in (s.a)
yüzünün parıldadığını görüyordum. Selamımı aldı ve şöyle buyurdular: "Seni
tebrik ederim, bugün hayatının en hayırlı günüdür."
-"Ya Rasulullah (s.a)
bu müjde sizden mi, yoksa Allah tarafından mı" diye sordum. O da,
"Hayır Allah'tandır" diye cevap verdi. Daha sonra bu ayetleri (117 ve
118) okudu. "Ey Allah'ın Rasulü, tevbe için bütün malımı mülkümü sadaka
olarak bağışlamam isteniyor mu?" diye sordum. Allah'ın Rasulü:
-"(Hayır) malının bir
kısmını kendine alıkoy. Böylesi senin için daha hayırlıdır" buyurdu. Buna
göre ben de:
-Şu Hayber'deki hissemi
alıkorum, dedim. Geri kalan malımın tümünü sadaka olarak dağıttım ve daha sonra
Allah'a şöyle yemin ettim: "Allah beni bu badireden ancak doğruluğumla
kurtardı. Artık ben, bundan böyle yaşadığım sürece doğrudan başka hiçbir söz
söylemeyeceğim. Şu ana kadar da gerçeğin aleyhinde kasten bir söz söylememiş
olmam bundandır. İnşaallah, aynı şekilde gelecekte Allah'ın beni yalanlardan
koruyacağını umarım."
Bu kıssa ibret alınacak bir
çok dersleri içermektedir. Her mü'minin bunları, kafasına ve kalbine nakşetmesi
gerekir.
Bu derslerin ilki ve en
önemlisi şudur: İslam ile küfür arasında süren çatışma son derece önemli ve
hassastır. Bu hususta mümkün olduğu kadar uyanık ve dikkatli olmalıyız. Faal
olarak "küfür" tarafına katılan kimsenin durumunu anlatmak
gereksizdir, zira o açıktır.
Birincisi kadar önemli olan
ikinci hususa gelince, kişi vazifesini yaparken en ufak bir ihmali bile
kesinlikle düşünmeli. Çünkü bu tür bir ihmal kişiyi affedilmez suçlar arasında
sayılan büyük bir günahı işlemeye götürür. Bir kimsenin herhangi bir art niyet
olmadan bir suçu işlemesi gerçeği bile kişiyi cezalandırmadan kurtaramaz.
Son olarak bu olaydan
alacağımız ders şudur: Bu kıssa bize, Hz. Peygamber'in (s.a) liderliğinde
ortaya konan toplum modelinin gerçek özünü gösteriyor. Bir tarafta, haince
işleri herkes tarafından çok iyi bilinen münafıklar vardı. Kendilerinden,
sergiledikleri haince davranışlardan daha iyisi beklenmediği için ileri
sürdükleri yalan mazeretleri hiç itiraz etmeden
Meselenin dikkate değer bir
başka yönü de vardır. Bu olayda, liderin ve onun takipçisi müslüman toplumun
ortaya koydukları tavır gerçekten eşsizdir. Azıcık dahi olsa herhangi bir kin
ve öfke duygusu karıştırmamak şartıyla lider, şefkat duygusundan da
ayrılmaksızın tebaasını -gerektiriyorsa- en şiddetli bir şekilde
cezalandırabilir. Onun cezası, babanın oğluna verdiği cezaya benzer. Babalık
şefkatinin ne olduğunu anlar anlamaz kişi, liderinin de, kendisine verdiği
cezanın, hareketlerini ıslaha yönelik, dolayısıyla kendi hayrına olduğunu
anlar. Böylece takipçi çok zor şartlar altında bile en mükemmel itaat örneğini
sergiler. Ağır cezalandırmadan muzdarip olur ama bunu şahsi veya taassubi gurur
meselesi yaparak liderine başkaldırmayı asla düşünmez. Hatta önderin sevgisine
karşı kalbinde hiçbir nefret beslemez, aksine onu öncekinden daha çok sevmeye
başlar. Hayatının bu en mutsuz süresi boyunca liderinden sadece şefkatli bir
bakışın özlemini çeker. Böyle bir kimsenin durumu, umudu gökte gördüğü bir
bulut parçasında olan kuraklık ve kıtlık içinde kıvranan çiftçiye benzer.
Şimdi de, hiçbir toplum
tarafından gösterilemeyen en kuvvetli disiplin ve en yüksek ahlaki espiyi
ortaya koyan İslam Toplumuna bir göz atalım. Liderin emretmesiyle bir toplum
sözkonusu kişilere bütünüyle yabancı hale geliyor. Liderin boykot ilan
etmesiyle genel olarak da, özel olarak da bütünüyle bir toplum o ferde yabancı
oluyor. O kadar ki, en yakın akraba ve candan arkadaşları bile onunla
konuşmamaktadır artık. Hatta hanımı bile onu kendi başına terketmektedir.
Çevresindekilerden samimiyeti konusunda şüphe edip etmediklerini kendisine
söylemeleri hususunda yeminle yalvarıyor. Fakat ömrünü beraber geçirdiği en
samimi arkadaşları bile, gerekli şahitliği Allah ve Rasulünden istemesi
gerektiğini söyleyerek geçiştiriyorlar.
Ama gösterilen bu sıkı
disipline rağmen, toplumdaki ahlaki espiri, kimsenin kötülüğe başka kötülükleri
ilave ederek bu düşkün kardeşinin durumundan avantajlar sağlamaya çalışmayacak
kadar yüce ve temizdir. Aksine her fert, kardeşinin bu gözden düşmüş haline
üzülüyor ve affedilir edilmez de onu kucaklayıp bağırlarına basmak için yarışıyorlar.
Zaten ona müjdeyi vermek için evine aceleyle koşuşmaları da bundandır.
Kur'an'ın oluşturmak
istediği dürüst toplum modeli işte yukarıda anlatıldığı gibidir.
Allah'ın, onları sadece affettiğini
bildirmekle kalmayıp, aynı zamanda Tevvab (Tevbeleri
120. Bu ayetin anlamını
kavramak için, alakalı olduğu 97. ayetin gözönünde bulundurulması gerekir.
"Bedeviler kafirlik ve münafıklıkta daha beterdirler. Allah'ın
peygamberlerine gönderdiği hükümleri bilmemeye ve tanımamaya daha
yatkındırlar."
Kur'an-ı Kerim 97. ayette
hastalığı sadece teşhis ederek belirtilerine işaret etmişti. Bedeviler, Allah
yolunun kanunları konusundaki cehaletleri yüzünden nifak hastalığından muzdarip
idiler. Bu bilginin merkeziyle hiçbir münasebet kurmadıklarındandı. Surenin bu
sonuç bölümünde bu illetin çaresi gösterilmektedir ki, İslam ve onun muhtevası
hakkında bir anlayışa sahip olsunlar. Bunun için, herkesin evini barkını
terkederek bu bilgiyi öğrenmek üzere Medine'ye gelmesi gereksizdir. Ancak, her
kabile ve bölgeden sadece bazı kimselerin ilim merkezlerine (Medine, Mekke ve
benzeri) gelmeleri ve İslam'ı öğrenmeleri ve sonra da bölgelerine dönerek genel
halk arasında onun öğretilerini yaymaları yeterlidir.
Bu, İslami haraketi
güçlendirmek için tam zamanında verilen çok önemli bir talimattır. Zira o
sıralarda insanlar doğru-düzgün malumat sahibi olmadan büyük kalabalıklar
halinde İslam dairesine giriyordu. İslam'ın ilk yıllarında böyle bir talimata
ihtiyaç olmadığı açıktır, çünkü başlangıçta İslam'a girenler, manasını tam
anladıktan sonra onu
Allah'ın, İslam toplumunu
tek bir bütün haline getirecek gerekli adımların atılması için sözkonusu
talimatı göndermesi bu sebeptendir. Bundan dolayı, bütün yerleşim
merkezlerinden bazı kimseler çağırılarak onlara İslami vecibeler öğretildi ve
bu konularda fiilen eğitildiler. Böylece bütün İslam'a mensup olanların
Allah'ın belirlediği hudutlar hakkında bilgi sahibi olmaları için bu kimseler
dönüşlerinde kendi kavim ve insanlarına bunu talim edip, öğreteceklerdi.
Bu konuyla ilgili olarak,
ayrıca iyice bilinmelidir ki; bu ayette kitle eğitimi hakkında verilen emir,
yalnızca okuma-yazma ile ilgili değildir. Aslında, kitleler arasında İslam'ın
anlaşılmasını ve kitlelerin İslam dışı yollardan korunabilmelerini sağlama, bu
emirin kati hedefiydi. Bizzat Allahu Teala'nın müslümanlara sunduğu eğitimin hakiki
ve daimi gayesi budur. Ve bu yüzden de her eğitim sistemi bu kritere göre
değerlendirilir ve bu yukarıdaki hedefi gerçekleştirilip,
gerçekleştirilmemesine göre ne derece İslami bir eğitim olup olmadığı
anlaşılır. Dolayısıyla en temel hedefinin, yukarıda altı çizili olarak
belirtilen noktaları başarmak olduğu bilinmelidir. Bu olmadan, çağının
Einstein'ını veya Freud'unu çıkarsa bile, herhangi bir eğitimi onaylamak ve ona
İslami eğitim demek mümkün değildir.
Metinde geçen " "
ibaresinin kelimelerinin doğru anlamı üzerinde durmakta yarar var. Çünkü bu
kelimeler, son zamanlarda insanlar arasında çok garip bazı yanlış anlamalara
yol açmış ve müslümanların dinsel eğitimlerinde, hatta genel olarak tüm dini
hayatlarında öldürücü zehirler saçmıştır. Şüphesiz ki, Allah, bu kelimeleri
müslümanlara eğitimin maksadını öğretmek için kullanmıştır, yani bu İslami
hayat tarzını ve sistemini iyice kavramak ya da başka bir ifadeyle hayatın her
sahasında İslami olan ve olmayan düşünce ve tavırlarını ayırt edip onlar hakkında
hüküm verebilmek için İslam'ın gerçek yapısı ve ruhuyla tanışmak demektir.
Fakat daha sonra, teknik bir ifade olarak, İslam Hukuk ilmine "fıkıh"
ismi verilince, bu kelime, dış şekillerin ayrıntılı, cüzziyat ile uğraşan ve
İslam hukukunun külli yorumunu reddeden "bilim" için de kullanmaya
başlandı.
"Fıkıh" kelimesi
"fakahe" ve ayette geçen "li-yetefakkahu" ile aynı kökten
olduğu için Kur'an'ın bu emrinin fıkıh bilgisini elde etmek hakkında olduğu
şeklinde bir yanlış anlayış ortaya çıktı. Bu ilmin İslam'ın hayat sistemi
içerisinde önemli bir yeri olduğu inkar edilemez, ne var ki Kur'an'ın ifade
etmek istediği şeyin hepsi olmayıp sadece bütünün bir parçasıdır. Bu yanlış
anlama nedeniyle İslam toplumunun uğradığı zararların hepsini burada saymamız
mümkün değildir. Fakat şu kadarını belirtmek gerekir ki, İslam'ın ruhuna hiç
önem vermeksizin, İslam'daki dini eğitimin, salt zahiri şekillerin yorumuna
indirgenmesinin sebebi işte bu yanlış anlamadır. Sonuçta bu durum zorunlu
olarak kuru bir şekilciliğin, müslümanların hayatının nihai gayesi haline
gelmesine sebep olmuştur.
121. Bu ayetin zahirinden,
kafirlerle savaştan sadece onların yaşadıkları bölgelere yakın müslümanların
sorumlu tutuldukları neticesi çıkarılabilir. Ancak,
Bu, sözkonusu bölümün daha
başında 73. ayette ifade edilen ilk husustur. Aynı emir burada müslümanlara
meselenin önemini iyice anlatmak, yani kavmi, ailevi, içtimai ve daha önceden
bağlı oldukları bir takım işlere aldırmaksızın kafirlere karşı cihada teşvik
etmek üzere tekrarlanmıştır. İki emir arasındaki tek fark, 73. ayette
müslümanlardan sadece onlarla cihad etmeleri istenmesine rağmen bu ayette
"Onlarla savaşın (Kıtal edin)" gibi tamamen münafıkların kökünü
kazımayı onlara iyice anlatmayı hedefleyen kelimeler kullanılmıştır. İki ayet
arasında başka bir fark da şu iki kelimedir: 73. ayette "münafıklar ve
kafirler" diye iki kelime kullanıldığı halde bu ayette sadece
"kafirler" kelimesi kullanılmıştır. Bunun sebebi, münafıkların bir
müslümanmış gibi iddia ettikleri bütün haklarını kaybettiklerini
göstermektedir. Çünkü, "münafıklar" kelimesi içerisinde bu genişlik
vardı.
122. Bu şu demektir:
"Onlar (mü'minler) bundan sonra, şu ana kadar onlara karşı gösterdikleri
yumuşak muameleyi göstermemelidirler. Bu zaten daha önce 73. ayette
"Onlara karşı katı olun ve haşin davranın" biçiminde ifade edilmişti.
123. Bu uyarı iki mana
içermektedir ki her ikisi de burada ifade edilmiştir: Birincisi "
124. İmanın, küfrün,
nifakın artması ve azalması hususunda bkz. Enfal an: 2.
125. Yani, her sene
boyunca bu tip olaylar, onların iman konusundaki iddialarını denemek için bir
iki defa oluşturulur, ki bu da onların müslümanlıklarının bir sahte paraya
benzediğini açığa çıkartmıştır. Örneğin, onların imanları bazen, onların
şehvetlerini sınırlayan bir Kur'an emriyle veya çıkarlarını alt üst
126. Bu olay, sadece yeni
inen bir surenin okunması münasebetiyle düzenlenen bir toplantıya, münafıklar
da katılmak zorunda kalınca, ortaya çıktı. Hz. Peygamber, her yeni sureyi
yerine yazılmadan önce bir hutbe gibi okurdu. Gerçek mü'minler, onu mutlaka çok
saygılı ve duygulu bir şekilde dinlerlerdi. Fakat sadece müslüman olduklarını
göstermek için toplantıya katılmış münafıklar, okunan şeylere hiçbir ilgi
duymadıkları için moralleri bozuk bir şekilde sıkılarak otururlardı. Ve
kendilerinin toplantıda hazır bulunduklarını diğer insanlara fark
ettirdiklerinden emin oldular mıydı, hemen sıvışmak için fırsat ararlardı.
127. "Allah onların
kalblerini Kur'an'dan çevirdi." Çünkü onlar Kur'an'ı dinlemenin ve onun
emirlerine uygun bir şekilde hareket etmenin çıkarları için olduğunu
anlamamaktalar. Bu ahmak insanlar, Kur'anı ve peygamberi inkar etmekle
kendilerini büyük bir mutluluktan mahrum bıraktıklarını fark edemiyorlardı.
Kendi basit menfaatleriyle haddinden fazla meşgul oldukları için Kur'an'daki
büyük gerçeklerin ve Hz. Peygamber'in gösterdiği dosdoğru hidayetin, kendilerini
bu dünyanın efendileri yapma ve ahiret'te de büyük bir mağfiret kazandırma
gücüne sahip olduğunu görmüyorlar.
Onların bu ahmaklıklarının
ve bu büyük nimeti tepmelerinin neticesi olarak, Allah kendi kanununa uygun
olarak, onları bu nimetten faydalanma kabiliyetinden mahrum bıraktı ve
"kalblerini ondan çevirdi." Çünkü bir tarafta mü'minler, bu büyük
kuvvet kaynağından, azami fayda elde edip kendilerini hiçbir insanın şimdiye
kadar elde edemediği en büyük zaferi kazanmaya hazırlanırlarken, bu bedbaht insanlar
başlarına gelen bu büyük kaybı bile farkedememişlerdir.